30 Ağustos 2010 Pazartesi

Beklenen Şarkı

Alt tarafı bir Türk filmi, ben niye bu kadar yamuldum bilmiyorum. Gerçi küçümsememek gerekiyor, sonuçta beni yamuluttu dimi?

Bir kitap okumaya başladım, "Mazi Kabrinin Hortlakları-Türklük, Melankoli ve Sinema" isminde... İlk bölümünde Zeki Müren'den bahsediyor. Özellikle de iki filmin adı geçiyor başlangıçta: Kırık Plak ve Beklenen Şarkı. Ayşegül o kadar çok anlattı ki meraktan izledim Kırık Plak'ı sonunda. Kitap için de ne zamandır izlemek istiyordum Beklenen Şarkı'yı. Okumadan en azından bilgi sahibi olayım diye başlamadım bile o bölüme. Kesinlikle abartmıyorum, bildiğiniz Yeşilçam melodramı:) Anne, annesiyle aynı kaderi paylaşan kızı, annenin "çalgıcı" gençlik aşkı,çalgıcı babanın müziğe fevkalade istidadı olan oğlu Zeki, kızı ve oğullarının aşkı; tipik Türk filmi...(Çok dalga geçiyorum şu melodram düzeniyle, hayat beni çok fena yamultmasın da... Gidip babamın eski sevgilisinin oğluna aşık olurmuşum:D)

Her şey normal gidiyordu aslında... Yani baktığınız zaman bilindik. Türkan'la Zeki birine aşık, yetmez gibi müziğe de aşık, konservatuvarlı iki genç... Ha bu arada Zeki, harçlığını çıkarmak için konservatuvarda odacılık yapıyor. Kızın annesi Seniha'ya Zeki'nin babası(ismini söyledilerse de hatırlamıyorum) musiki dersi veriyormuş gençliklerinde(Bu arada onların gençlikleri osmanlının son demleri). Tabii ki meşk etmekle kalmamışlar, kanunun telleri erosun okları misali mızrap olup yüreklerine saplanmış, sonra da o teller birbirine bağlanmış. Ah o evin çalışanları yok mu ah! Aşk-ı Memnu'da da ortalığı birbirine kattılardı, burda da arap bacısından ahçısına kadar dedikodu çevirmedik insan kalmıyor. En sonunda Seniha'nın babası durumu farkediyor ve ikisini odada "meşk ederken" basıyor(yiyişme ölçütleri osmanlının son dönemleri elbette). Zeki'nin babası, istiyor kızı babasından. Ama adam kız babası, realist işte. "Ne iş yapıyorsunuz?" diye soruyor oğlana, çocuk da "Musiki muallimiyim, müzisyenim efendim" diyor. Adam da aynen şu cümleyi kuruyor, emek ettim yazıyorum:"Bir kelimenin alafrangasını söylemekle işin mahiyeti değişmez! Yani(burda küçümseyen bir vurgu boşluğu var), çalgıcısınız!" Yok böyle bir aşağılamak! Neyse Zeki'nin babası(harbiden karakterin ismi ne acaba?), Kurtuluş Savaşı'na gidiyor(iki dakikada tarihi giydirme yapmışlar), yolları ayrı düşüyor, başkalarıyla evleniyorlar, çoluk çombalak(biri Türkan diğeri Zeki) sahibi oluyorlar filan falan. Yıllar sonra aynı kaderi Zeki'le Türkan da paylaşıyorlar. Lakin Zeki farkında ayrı dünyaların insanları olduğunu, hatta bir ara Türkan'a "Sen gül dalında gonca, ben dağ yolunda yoncayım Türkan" diyor(aynen bu cümleyi kuruyor ama türk sanat musikisi eseriymiş bu güzide laf aynı zamanda, araştırmacı kovuşturmacı kişiliğim sağolsun). Tabii Türkan'la dağ bayır, Büyükada senin Burgazada benim dolaşmaya(dolaşırkende Zeki ara vermeksizin, su bile içmeksizin şarkı söylüyor) ve sevişmeye ara verdikleri nadir zamanların birinde diyor. Türkan'ın babası Zeki'ye vermiyor kızı(aksini mi bekliyordunuz yoksa? herkes Sevmek Zamanı'ndaki kalender baba değil-gerçi bu da nispeten asil, para teklif ettiği için utanıyor sonra). Kızı alıp Evropa'ya gidiyor, Zeki de Seniha'nın yardımıyla musiki sektöründe muvaffak oluyor; Türkan'la kavuşuyorlar. Ha bu arada Beklenen Şarkı bestesi iki parça halinde; başı Seniha'da, sonu Zeki'nin annesinde. İki kadın bir araya getiriyorlar besteyi en asilinden(zaten Türkan'ın kuzeni hariç herkes pek asil, kuzen bildiğin amerikan mandası, zaten amerikan basketbolundan başka bir şey konuşmuyor). Kimse de bu adamı da ben sevdim, sen kimsin be kadın kıskanması yok. Olay bu yani... Ama niye bilmem, Zeki Müren kendini "Haysiyetimle nasıl oynarsınız! Beni yalnız sevdiğimden değil en tabii hakkım olan kendi kendimi muvaffakiyete eriştirme zevkinden de mahrum ettiniz!" diye duvardan duvara atarken ben zaten bi' pustum(bu arada farkettiniz mi, 1953 yılında kendi kendini gerçekleştirme olayına dem vuruyor, bir kişisel gelişim tadı sezdim ben Zeki'de). "Beklenen Şarkı"yı söylerken Zeki Müren, ben iyice yamuldum. Diğer taraftan da düşünüyorum, bu şarkının sözleri ne ara yazıldı diye. Söz yoktu çünkü, çalıp duruyorlardı. Ağladım, ama niye ağladığımı bilmiyorum. Hala da bilmiyorum bak, üstünden 45 dk geçti filmin. Şarkıyı da nasıl güzel söylüyor Zeki Müren; kurban olsunlar ona!

İşin özeti, hakikaten çok iyi olmayan bir Türk filmi beni ağlatmayı başardı helal olsun! Bariz bir şekilde senaryo tuhaf, oyunculuklar abartılı, üstelik Zeki Müren dere tepe dağ bayır, non-stop şarkı söylüyor başka bir şey pek yok filmde. Bak Kırık Plak'ı izleyin öyle değil. Harbiden filmin bir geri plan konusu var, karakter gelişimi filan var. Bunda bir halt yok; bildim tek özelliği Cahide Sonku'un son filmi, Zeki Müren'in de ilk filmi oluşu... Dur ben şu kitabı bir okuyayım, bir özelliği olsa gerek... Ya da ben yaşlanıyorum a dostlar! Türk filmlerine ağlayan takımdayım artık, oh mis! Bütün yazıyı da o yüzden yazdım, ağladım lan ben bu filme, kendime inanamıyorum!

Hanimiş: Bu arada Türkan'ı tanıdınız mı? Jeyan Mahfi Ayral Tözüm, bu filme kadar benim için tonton ve yaşlı bir oyuncuydu lakin bir ara genç olmuş kendisi:) Aynı his Münir Özkul'un genliğini gördüğümde de olmuştu, sanki hep yaşlıymış gibi...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Aşk-ı Memnu




Hazır vakit bulmuşken iki kelam edeyim. Gerçi biter bitmez aklımdaydı ama zaman olmadı her zamanki gibi... Çok yakın arkadaşlarımdan biri Aşk-ı Memnu'nun finalinde kına gecesi yaparak dizi tarihime geçti. Bütün Türkiye'yle heyecanlanacaktım ben oysaki:D O kadar zaman geçti, millet unuttu bile ama yazmazsam çatlarım.

Bitti sonunda. Bana gına gelmişti. Arada o kadar zıbıtıp o kadar saçmaladılar ki bıraktım. Ama son bölüm kaçmaz minvalinde kınadan gelince seyrettim tabii netten son bölümü. Herkesin nefret ettiği bölümü ben sevdim valla. Kime sorsam(ki sormama gerek kalmadı, arkadaşlarıma rica ettiydim beni özetsiz koymadılar, kına boyunda 47 kısa mesaj aldım konu hakkında) sevmemiş bölümü. "Ay beğenmedim", "o ne biçim sondu", "o Behlül'ün hali neydi(gerçi bunda haklılar bence)" gibi serzenişler sonunda seyrettim diziyi. Ben eve geldiğimde özet yeni başlamıştı, Behlül berduştu, mezarının başında bile Bihter'e sevdiğini söyleyemiyordu. Neyse baştan alayım en iyisi.

Malum, en son kaldığı yerin bir gün öncesinden başladı dizi. Bir önceki bölümün birazını izlediydim, niye direk düğün gününe atladılar diyordum sebebi varmiş. Firdevs Hanım zevkinden köşe(Ziyagil Yalısı'nın gelinlerinden ya), Bihter desen sıyırmanın eşiğinde, Behlül ağlak mode on, geri kalanını saymıyorum-nasılsa yazıda isimleri geçer... Takdir edişim daha Behlül'le Bihter'in kavgasında başladı. Hani izlendiğini düşünerek yazıyorum bu araları. Sonra "ne, ne ki?" diye soru işaretleri kalmasın. Bihter'le Behlül kavga ederken bir ara ikisine de acıdım lan. Diziye uzun süre "ikisine de müstehak, hatta Ednan Bey'e de o boynuzlar müstehak; bir Firdevs bilir Firdevs söylerim, pirimizsin hacı" diyerek yaklaştım. Firdevs müthiş güçlü bir karakterdi. Ama son bölümde öyle bir oturtmuşlar ki taşları yerine, bakıyorsunuz ki aslında karakterli olan Bihter. Firdevs güçlü bir kadın, istediğini istediği gibi parmağında oynatır ama Bihter kadar karakterli değil. Neyse oraya da gelicem.

İkisi koruda kavga ederken(nasıl bir zenginliktir yarabbim, korusu olan bir evde yaşıyorsun), ikisini izlerken baktım, aslında iki karakter de kendilerince artık huzur istiyor. Ama huzur tanımları paralel değil. Bihter'inki Behlül'in onun olması, Behlül'ünse artık kimseye ihanet etmemesi. Behlül hem amcasına ihanet edişinin vicdan azabını hem de Nihal'e bir şey olur korkusunu taşıdığı için pişman. Pişmanlığını Nihal'in, aslında dolaylı yoldan amcasının mutluluğuyla kapatmaya çalışıyor. Adam onu beslemiş, büyütmüş, kendi evladından ayırmamış; eh yenge de kütür kütür, dayanamadı çocuk diyeceğim ama Behlül ayrı bir arıza... Kişilik maalesef nanay Behlül'de. Hiç bir bok yapamıyor bildiğiniz üzere... Her ne kadar vefa borcu, vicdan azabı diyip Bihter'le kırıştırsa da Bihter'in elinden tutup götürecek gücü yok. Ama kendi başına da çekip gitmiyor. Alıp başını gidecek götü de yok. Aşık olmanın da kendi içinde adabı var. Nihal'i kullanarak kara Behlül aklamaya kalkıyor(İğrenç espiri de yaparım). Bihter'se farklı... Ortada değil gemi, bir kaç filo bırakmayacak kadar tutkusu gözünü bağlamış. Ne anası, ne ablası, ne Ednan(adnan'a da dizi boyunca ednan demeleri beni benden aldı, gerçi beren saat'in vurgusuna dikkat edin bir türk filmi tadı var adnan diyişinde)... Yakar bu gezegeni bakmaz yani... De işte aşk dediğin adam seçmiyor işte, fiziken Kıvanç Tatlıtuğ olmuş bir ergene aşık olabiliyorsun. E be insan, başkası yoktu da sen gidip alemin ağlağına aşık oldun, yazık değil mi kızanım sana. Behlül'ü de anlıyorum diğer taraftan, ama karaktersiz olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Nihal'i kurban etmek zorunda değildi(Gerçi Behlül sayesinde Nihal evin beslemesinden vamp genç kız görünümüne geçti, o da bişey.).

Neyse akabinde gelişen Firdevs'in sonunda analık emaresi gösterip "Yavruuuuum" diye Bihter'i bağrına basmasından sonra Firdevs gözümden düştü. Hayır, gözümden düşmesinin sebebi analık emaresi değil:) Daha ziyade o bağıra basma eylemi sırasındaki "Bir hiç uğruna bütün imkanlarını elinin tersiyle itecektin" cümlesi beni benden aldı. Aslında bakıldığında güçlü bir kadın olmakla beraber Firdevs karakterli değil. Zira otu boku para uğruna yapıyor. Gerçi diyorsun ki en azından hayatının bir pusulası var, ona göre hareket ediyor. Ha erkekler ve aşk da belirleyici olmuş hayatında-nitekim dizinin başlangıcını hatırlatırım- ama en önemli unsur para... Gerçi ego aslen, para da ego tatminin bir yolu... Bihter bu açıdan hem anasının kızı hem değil... Neden derseniz Adnan'ı anasını solda bırakarak kaptı, gitti başkasına aşık oldu; annesi de aynısını yaptı başlangıçta. Bakıldığı zaman asıl amaç imkanlarını kaybetmek... Ben diziyi kesintisiz izlemiş değilim, ama Bihter nispeten dürüst davrandı. Adnan'la birkaç kere boşanmaya kalktı, evliliğini mümkün mertebe kağıt üstünde yaşadı, kaçmaya teşebbüs etti. Parası pulu olmayan, dizinin sonuna kadar üniversiteden mezun olamayan bir Behlül'le hayat sürdürmek için istekliydi halbuki. İmkanlar? İmkanlar dahilinde yaşamak, kavrulup gitmek olmadı tercihi... Denediyse de anası gibi olmayı tutmadı, yapamadı. Aşık olduğuna inanmayan Behlül'e rağmen son dakikaya kadar vazgeçmeyip geleceğine inandı(insan herkesi kendisi gibi sanarmış). Aşkı için sıyırdı kadın resmen. Temiz bitirmek istercesine duşunu aldı, kendisine bembeyaz bir kıyafet seçti(ki ziyadece manidar olduğuna inanıyorum) ve kendi seçtiği şeyi yaptı. Sadece Bihter olarak gitti. Ne makyaj, ne bir süs, ne gösterişli kıyafetler, ne de topluklu ayakkabılar(zaten üstünde duramıyordu, onların üstünde gitseydi yanlış yeri vuracaktı zaar)... Hayatı mahvolduğu için panikleyen bir gerizekalı Behlül ve boynuzları kapılardan sığmayınca kapıları kıran Ednan Bey'in önünde, sadece Nihal'i öldüremedikleri için kendini öldürdü.

Sanırım Bihter'i takdir ediyorum. Son bölümden de kaynaklı olabilir. Ama hayatta cinsiyet ayrımı olmaksızın bir insanın kolay kolay yaşayamayacağı bir şey yaşadı. Evet, kocasını aldattı. Bunu takdir ediyor değilim. Kocasını, çocukları ve bir sürü kişiyi aldatması değil mesele. Aşık oldu ve arkasında durdu. Hiçbir güvencesi yokken aşkının ardından gitmeyi seçti. Kim yapıyor ki bunu? Aile kurumunun saygınlığı ve sadakati yalanına kim sığınmıyor ki? Evlilik, bu çağda, sevdiğin ve kendini onun yanında mutlu gördüğün insanla aile kurmak olarak algılanmıyor. İmkanların iyiyse ancak teşebbüs ediyorsun evlenmeye, birlikte rahat edecekseniz zira. Aile bu mu gerçekten? İnsan bazen tükürdüğünü yalıyor(zaten böyle bir deyim oluşu tükürdüğünü yalamak eyleminin fazlalığına işaret etmiyor mu?). Bihter yaladı. Annesinin babasını aldatmasını affetmedi, ama diğer taraftan aynı şeyi kendisi yaptı; ama annesinin gittiği yoldan gitmedi. Biraz aile, biraz baba sevgisi özlemiyle kurduğu evliliği kendi elleriyle kendini aradan çıkararak sonlandırdı. Neyi takdir ediyorum: Yaptığı her şeyde "kendi" parmağı vardı. Küskün çocuk gibi son dakikasında Behlül'e "Peki" deyişinde bile istediğini yaptı. Behlül, elinin altına ne geldiyse onu yaşadı bir yerde. Kararsızlığından ve erkek gibi duramamasından her şeyi bok etti. Ama Bihter kendi hikayesini kendi yazdı. Başından beri. O ne istiyorsa yaşadı. Bir ev, bir aile istedi, aldı. Tutku istedi, onu da aldı. Öncelikle pek tabii olarak Halit Ziya'nın, sonra doğru yorumladıkları için senaristlerin mahareti bu... Bihter kişilikli bir kadındı; aşkı için entirika çevirdi, kötülük etti, birilerini kandırdı, hatta kafayı yedi. Ha Halit Ziya'dan beri ne değişti derseniz Bihter 2010 modeli utancı için değil, aşkı için vurdu kendini. Ama dediğim gibi senaristlerin mahareti, dizi yer yer acayipleşmiş olsa da karakterlerin tavırları kendi içinde tutarlıydı hep. Şimdi bana soracaksanız: Peki ya ahlak? Ahlak bunun neresinde? Ahlaklı olduğunu söylemiyorum ki Bihter'in; kişilikli olduğunu, kendi kişiliğinden şaşmadan yaşadığını söylüyorum. Adnan'dan boşanıp nafakasını çatır çatır yiyebilir, bu arada Nihal'le evlenen Behlül'ü canının çektiği zaman ayartıp yer yer işi pişirmeye devam edebilirdi. Aşkı için çatır çatır ölebilecek cesarette bir kadın Bihter. Hiçbir şeye boyun eğmeden yaşayabildi. Aha aşkı için bir bok yapamayan karaktersiz Behlül'e bakınız berduş oldu. Ezgi'ye gülerdim Behlül karaktersizi yine şunu yaptı diye gelince, ben yapıyorum şimdi:) Gerçi eski versiyona bakarak da Behlül'ün en azından yaptıklarının açıklaması var, takdir etmek lazım. Karaktersiz karakter kendisi:)

Tabii bununla beraber Bihter fanatizminin getirdiği bir şey var. Ulan dizide Ziyagil taalukatından biri de üzülmez mi Bihter'in ölümüne! Ulan ne biçim insansınız be! Siz sanki çok ahlaklı hayatlar yaşadınız mı ki Bihter'e bok atıyorsunuz. Hadi Nihal bir salak, Behlül'den başkasını gözü görmüyor, tenzih ediyorum. Zaten kız o kadar olaydan sonra kafayı kırdı. Kıracağı kadar var; İstanbul'un en gözde playboyu Behlül Haznedar ile evleneceği gün üvey annesiyle işi pişirdiğini öğrendi, bir de yetmez gibi üvey annesi intihar etti. Zaten salaktı malum. Bundan sonra ne iflah olur ne de kimse onu alır; evde kaldı yazık. Hadi onun Bihter'e karşı duyguları anlamlı, Ednan'a ne demeli? Adnan Bey ne kadar acısı olursa olsun "Zehirli sarmaşıklarımızdan temizlendik" demesi nedir? Tamam, hadi karısı olmasını geçtim, bir zamanlar sevdiğin bir kadının ölümü hakkında böyle konuşmak, "Hak etti bunu o" demek nasıl bir kalıba ve karaktere sığar. Aldatır, canın acır, terkedersin, belki ölsün istersin. Ama ölsün istemekle senin gözünün önünde ölmesi bambaşka bir şey. Senin gözünün önünde aşkı için ölen bir kadın varken, nasıl onun ölümünü zehirli bir sarmaşık olarak adlandırabiliyorsun? Gözümden düştün Adnan. Herkes sana kart zampara derken, ben senin için "aşkın yaşı yok, o da insan, o da sevsin yazık kıııııız" diyordum. Yazıklar olsun! Zaten daha kapıya tekme atıp kurduğun cümlede hayır yoktu. "Sen benim oğlumdun!" Bihter'den nasıl bir vazgeçiştir? Resmen yok saydı orada Bihter'i... "Sen benim oğlumdun!" nasıl koyucu bir cümledir. Sona kadar bekleyen Bihter, Behlül'ün suratını o lafın üstüne aldığı ifade üzerine çekti tetiği. Bakmadı bile Adnan, Bihter'e... Sebep? "El kızı değil mi, her boku yer! Her boku yiyebileceğine göre gözümün önünde ölüp geberebilir." dedi resmen. Peki ya Matmazel'in yaptıkları? Sinsi karı seni!!! Arkadan iş çevirip gizli gizli adam gözetleyip Beşir'i hasta yatağında kışkırtıp sonra da Adnan'ı Beşir'in üstüne salan kim? Tabii ki Matmazel! Son bölüm demedim, nefret ettim karıdan! İnsan biraz onuruyla hareket eder, zarafetini korur yahu! Madem bu kadar meraklıydın Adnan'a, Bihter gelene kadar aklın nerdeydi? O kadar sene boş niye durdun? Bihter'in toprağı kurumadan açılıp saçılıp ön koltuğa kurulmana sebep neydi? Aaaa sinirlendim! Sinsi şey seni, azcık karakter sahibi olur insan! Nihal'e yardım edeceğim ayağına Adnan Bey'e çalıştı fışırdak! Matmazelden geçmişken evin personelini atlamak olmaz. Adnan evdekileri sorarken, daha doğrusu böğürürken "Oh canıma değsin" tipinde bir duruşları vardı ya ne iki yüzlülüktür. O kadar zaman adamın yanında çalış, ekmeğini ye, neredeyse aileden ol, ondan sonra olan biteni bir kişi adama söylemesin. Gitsin Bihter'i öldürsün, Bihter kendisini öldürsün ya da Adnan çatıdan atlasın diye değil. Değer veriyorsan birine salak yerine konulsun istemezsin. Git söyle, ne bileyim kanıtla Beşir'in yaptığı gibi... Söyleyemiyorsan da zor geliyorsa bir şekilde göster doğru yolu. "Oh canıma değsin" de sadece oyuncağı elinden alınmış çocuk hissiyatı olduğu için... Çünkü Bihter ve Firdevs eve gelmeden çalışanlarla Ziyagiller arasında herhangi bir sınır yoktu. Bihter ve Firdevs'le araya uçurum girdi. Belki de o uçurumun gidişinden hiç kimse Bihter'in ölümüne ve Firdevs'in yamulumuna üzülmedi. Bir Beşir aralarında farklıydı... Çünkü karakterli, onurlu ve aşık yaşadı. Çekip gitmesini bildiğinde çekip gitti, Nihal üzülmesin diye elinden geleni yaptı, saçma salak davranışları olsa da arada sadece Nihal eksenli yaşadı, bir de aşkının alevinden tuttu verem oldu. Ha bu arada Hala içten pazarlıklısını saymıyorum. Kimsede gözü olmamakla beraber Matmazel ve çalışanlar için söylediklerim aynen geçerlidir.

Gelelim Firdevs'e...(Anam yazı bitmek bilmiyor) Kendisini bir ara pirim ilan etmiştim. Öğretilerini aklımın bir köşesine kaydetmekten hoşnuttum. Özellikle üstadın Çetin Özder üzerinde denediklerini hatırladıkça(mesela firdevsten alınması gereken dersler no.357: bir erkeğe hemen evet deme. sürünsün köpek.) saygı duyuyorum. Ama karakteri beklediğim kadar sağlam çıkmadı. Gemiyi en önce farelerin terk etmesi gibi o fırtına halinde terketmeye kalktı evi. Bir de üstüne üstlük durumu düzeltmek konunda en ufak çabası olmadı. Sadece kaçmaya odaklandı. Olan oldu zaten bu arada. En sonunda da evladının üzüntüsüne dayanamayıp yüz felci geçirdi. Ama üzüldüm kadına... Kim evladının ölümünü görmeyi hak ediyor ki? Bir de sonrası var tabii... Adnan'ı Behlül'ü filan geçiyorum, dizinin en gerzeği kim derseniz Çetin Özder! Cenaze biter bitmez çıkardı yüzüğü, Firdevs'in felçli yüzünde "Biliyordum böyle olacağını" diyen müstehzi bir gülümseme... Hani sevenler nerde? Hani kul olan nerde? Burdan gayrısı +18'dir, küfredicem. Bre pezevenk sen ne biçim adamsın, nasıl bir godoşsun ki kızı ölen bir kadını cenaze alanında terk edebiliyorsun?! Daha kız gömülmemiş bile, kızın ablası feryat figan ağlıyor, sevdiğin kadın yüz felci geçirmiş, zor yürüyor, zaten düşen düşmüş bir de sen vur a.q! Bunun yaptığı Adnan'ı Behlül'ü solda sıfır bırakıyor bence. Ay ben niye içselleştirdim bu diziyi bu kadar anlamadım. Ama son bölüm çok koydu be hacı!

Dizinin en sallamadıkları karakteri de Bülent oldu! Yazık, günah insan bu kadar mı önemsemez evladı... Ay vallaha acıdım! Abisi saydığı iki kişiden birisi ablasına aşık olup verem oldu öldü, diğeri üvey annesiyle kırıştırıp berduş oldu. O Bülent'in hali ne olacak? Bu sorunun aynısını patroncuğuma sorduğumda(evet, patronumla aşk-ı memnu konuşmuşluğum var:) gerçi biz o muhabbet üzerinden mutluluk kavramı üzerinde bayağı kafa yorduk, aşk-ı memnu felsefesi!) çok efsane bir cevap verdi ama cinsiyet ayrımcılığı olmaması adına söylemiyorum:) Gerçi bir efsane cevap da Behlül için verdi, ama onu da direk söylemeyeceğim; zira dünyanın en eski mesleği hakkında ileri geri konuşmayayım. En çok da onu merak ettim zati... Behlül hakikaten bundan sonra hangi parayla yaşayacak?

Ay neyse bitiriyorum. Beren Saat'i hiç sevmediğim, sevmeyeceğim. Güzel kız ona lafım yok:) Teee Mahsun Kırmızıgül'le oynadığı gudik diziden beri sevmiyorum. "Beni, beni, Bihter'ini..." gibi psikopat bir repliği söylemeyi becerememiş olmakla bence televizyon tarihine geçti. Yani kaç yılda bir bu kadar sayko replik yazılır Türk dizi tarihinde, bu replik Beren Saat gibi oynayamayan bir bir hatuna mı verilir; tartışılır konu... Beren Saat yüzünden o repliğin taşıdığı ruh halinin anlaşılmadığını düşünüyorum. Sevgili Kıvanç Tatlıtuğ'a gelirsek, kendisinin en yakın zamanda Tarık Akan'a dönüşmesini diliyorum. Bariz oyunculuk üzerine çalıştı kendisi. Tarık Akan'ın ilk filmlerine bakınız nasıl bir kalastor, sonrasına bakınız ne olmuş. O yüzden babamla bu konuda hemfikiriz ki bu evlat çalışırsa iyi olacak. Gerçi son bölümdeki performansını intihar sahnesi hariç beğenmedim. Ama genel klasmanda iyiydi. Ha bir de Nihal rezilini oynayan üflesen uçacak kızcağız var Hazal Kaya. Üvey annesinden kötü olmasın, bu da kötü oyuncu. Diğerlerini hiç işin içine katmıyorum, zaten iyi oyuncular. Bir tek Zerrin Tekindor'u ağlatmasınlar...

Neyse işin özeti bir dizi efsanesi daha bitti a dostlar! Ben en iyisi Bir İstanbul Masalı'na yeniden başlayayım, sulu zırtlak dizilerin en iyisi sanırım yine de o.

Hanimiş: Ben senin en çok en üstteki afişini sevdim Aşk-ı Memnu!

Hanimiş 2: Hiii bir de diziyi tam izleseymişim nolcakmış!

10 Mart 2010 Çarşamba

Baek-man-jang-ja-wa gyeol-hon-ha-gi/Bir Milyonerle Evlenmek

Sonunda bayağı çileden sonra bitirmiş bulunmaktayım:) Araya o kadar çok şey girdi ki izleyecek bitmedi bir türlü. Yukarıdaki ismi niye yazdım, çünkü ingilizce isimlerini yazınca tuhaf gelmeye başladı. Kore dizisi izliyorum ama ingilizce ismini yazıyorum... Neyse efenim, gelelim fasülyenin faydalarına.

Bir kere farklı bir konu izlemek isteyenler bu konudan uzak dursun. Çünkü konu, Türk sineması tarafından çokça işlenmiş birkaç konunun sıkı bir birleşimi. Ama tabii Kore dizilerinin şöyle bir avantajı var ki bizim diziler gibi coşup sulandırmadıkları için "bi de get, başlarına gelmedik bi bu gelmişti" diyebileceğiniz şeylere o kadar da söylenmiyorsunuz. Yoksa hikaye epey ağdalı...

Ay nasıl anlatsam nerden başlasam... Şimdi malum, Kore dizisi, klasik bir örgü var: Bir kız, bir oğlan, onlara aşık başka bir kız ve bir oğlan daha... Han Eun-young bankada çalışan, savurganlık örneği üvey annesi ve üvey kardeşiyle yaşayan bir kızımız. O kadar ki burunları borçtan çıkmıyor. Neyse bir gece kardeşinin yüzünden barda bir kavgaya karışıyor ve birileriyle kavga ediyor.O arada Kim Young-hoon ile karşılaşıyor. İkisi lisede küçük bir zaman okul arkadaşı olmuşlar. Birbirlerinin ilk aşkları... Lisede Han Eun-young, Kim Young-hoon'a mektup yazmış, ama karşılığını bulamadığından utançla hatırlıyor. Fakat Kim Young-hoon da aşık aslında belli edememiş. Sonrasında okul değiştirmişler, taşınmışlar filan. Ha bu arada Kim Young-hoon da ailesi üzerinde acayip sorumluluk hisseden, hazır sorumluluk hisseden biri bulunmuşken abisi ve babası tarafından paso ezilen ama yine de saygıda kusur etmeyip günde 5 işte çalışmaya devam eden bir adam. Kısaca erkek pollyanna, Erol Taş tarafından ezilen Sezerciğin Koreli olanı... Neyse tekrar karşılaşıyorlar filan, önce kız kaçmaya çalışıyor utancından, sonra araları düzeliyor. Ama olay şu ki bir de televizyon yapımcısı bir ajushimiz var, Yoo Jin-ha. Bir yarışma düzenliyor, Bir Milyonerle Evlenmek diye. Bu yarışmada züğürt olan ama milyoner taklidi yapan bir genç adamla bir miktar kız evlenmeye çalışıyor. Yarışma değil reality şov yani, gerçekten var olsa sosyoloji tezi çıkar. Şovun sonunda da soracak adam seçtiği kıza "para mı ben mi?" diye. Milyoner rolünü oynayacak genç adam olarak Young-hoon seçiliyor, ilk aşkı olarak da yarışmaya Eun-young çağırılıyor. Neyse yarışmaya katılıyorlar, zaten körüklenmek üzere bekleyen eski bir hikaye var, tekrar aşık oluyorlar. Bu arada ortalıkta milyoner eğitmeni ve yarışmanın sunucusu kızımız Jung Soo-min var. ha bu arada bir de kötü adamımız var, dğer yapımcı Jung Sung-sik var. Jung Sung-sik'in katakullesi yüzünden bizim kız, bizim oğlana(ay kusura bakmayın her seferinde isim yazamıyorum) kıyametleri kopartıyor yalan söylediği için. Bizim Sezercikte gurur yapıyor, "Bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı" demek üzere özür dilemiyor kızdan. Ama yine de böyle intikam alayım, Hülya Koçyiğit kılıklı kızımızı sürüm sürüm süründürmek değil niyeti(Evladım bundan böyle senin ismin Sezercik, kızım senin isminde Hülya olsun); tamamen iyi niyetli duygularla kızın karşısında güçlü bir erkek olarak çıkmak istiyor. Zira ezik ezik dolaşmaktan o da bıkmış. Gerçi ezik, hani kandırdığı için neyse, ama zengin ve güçlü olmadığı için özür diler mi insan? Bizim Koreli Sezercikte "zengin ve ünlü olup geleyim, o zaman seveceksin beni, sevdiricem kendimi" anlayışı var. Kendine özgüven dipte anacım. Program bitince yalandan ilişkilerini sürdürmek zorunda kalıyorlar. Ama bu arada bizim Sezercik'le Hülya'ya kimler aşık oluyor bilin bakalım:) Arım Balım Peteğim'de Bora Ayanoğlu Türkan Şoray'a aşık arakadaşı rolündeydi. Aşıktır, kötülüğü yoktur, kıza sürekli yardım eder, bir de dürüsttür, kesinlikle aşkını gizlemez; aha işte Prodüktör Yoo'da aynen öyle(Senin adın bundan böyle Bora olsun yavrum). Dizideki abartmıyorum, en harbi karakter. Gizlemek yok, saklamak yok, arkasından iş çevirmek yok; içinden ne geçiyorsa patır kütür söylüyor ve yapıyor. Hülya'ya aşık tahmin edebileceğiniz gibi... Diğer çaprazda ise kızımız Soo-min var ki kendisini yeşilçam karakterlerinden birine benzetemediğimden isim de bulduramadım. Zira kanımca ne idüğü belirsiz. İyi gibi duruyor, ama pek değil. Bizim Hülya'nın yüzüne gülüp gülüp arkadan iş karıştırıyor ve tabii Sezercik'e aşık. Ama sorsan kötü de değil. Şimdi Sezercik diyorum diye aklınıza yaşça küçük biri gelmesin. Dediğim gibi kendisi Erol Taş kılıklı aile üyelerine ses çıkarmayan temiz yüzlü Kore delikanlısı. Tabii şimdi muhtemelen soracaksınız, temiz yüzlüsünü geçtim bir Kore delikanlısıyla adam gibi tanıştın mı diye. Evrensel bir temiz yüzlülüğü var.
Ay neyse, bizimkilerin başına gelmeyen kalmıyor. Soo-min, bizim oğlana batsın da bana gelsin diye etmediğini bırakmıyor Sung-sik'le beraber. Koreli Bora'nın çabasını çok takdir ediyorum, zira kıza yardım ediyor, kız üzülmesin diye bizim çocuğa yardım ediyor, bu arada kendi hayatını da alt üst ediyor. Bir tepeye çıkıyorlar, bir iniyorlar, bizim kızın neredeyse orospu olarak adlandırılacak bir pozisyonda ismi çıkıyor, ikisi birden dibe vuruyorlar, sonra tekrar çıkıyorlar... Özetle başlarına gelmedik kalmıyor anacım. Ama o kadar sulandırmadıklarından çok da göze batmıyor. Ha nereye koyarsın bunu ey Canan, Kore dizileri arasında dersen; eh idare eder derim. Süper değil, ama kötü de değil. Başrolde Boys Before Flowers'ta Goo Joon Pyo'nun biricik çatlak ablasını oynayan Kim Hyun Joo var. Kanımca onun hatrına bile izlenebilir.

11 Şubat 2010 Perşembe

House M.D.- İçimdeki Greg aşkı bambaşka!


Valla yazılmak için sırada bekleyen bir ordu film varken niye başladım bu yazıya bilmiyorum. Şekerim, dayanamıoooorum artık, haykıracaim içimdeki aşkımı! Şu dizi aleminde House'tan gayrısı yalan, seviyorum ulen!

O kadar zamandır diyorum ki kendime "Bekle canan, sezon bitsin. Her türlü manas destanıyla yarıştırıcan yazıyı, bari sezonu bitseydi de yer kaplamasaydı"(evet, bloggera acıdım birden). Ama olmuyor, zira senaristler yerinde durmuyor. Sezonun başından beri bir şeyler yapıyorlar, ama beni serseme çevirmiş durumdalar. House hiç bilindik bir düzlemde yürümüyor şu an. 5 sezon boyunca House üzerinden yürüdü dizi. Bir vaka geldi, yanlış teşhis, doğru teşhis, akabinde çözülmesi vs. House vicodini yuttu, hayat devam etti. Piç olan, ama piç olmak için bir takım sebeplere tutunan, özünde pörfekto bir adam olan Gregory House dışında herkesin hikayesi yandan yandan anlatıldı. Ama House o kadar piçti ki diğerlerinin iyiliği ve kötülüğü pek belli olmuyordu. Sadece Foremen diğerlerinden farklı ve House'a benzer duruyordu, o kadar. Diğer karakterleri pek görmediydik, ama anlatılmadı da değil. Yaptıkları hareketlerin hepsi tutarlıydı, hoş hala da tutarlı. Dizinin en güzel tarafı bu zaten, gerçekmişçesine karakterler hepsinin gerçekçi bir kişiliği var ve verecekleri kararlar temelde buna asla ters düşmüyor. Ve 6.sezonla insanileşen House sonucunda diğer karakterlerin de aslında ne kadar ilginç olduğu anlatılmaya başlandı. Aslında piç olabiletesi olanın sadece House değil diğer karakterler de olduğu görüldü. Zira 14 bölümde Chase bir diktatörü öldürdü, Cameron kişiliğine tamamen ters düştüğü için her şeyi bırakıp gitti, Chase-Taub-13 bir olup Foreman'ı yemeye çalıştılar... Wilson bile House'la çıkmadığı için Cuddy'den intikam aldı. Hatta House'ın piçliğine ayak uydurmak adına eşcinsel taklidi yapıp, House'a evlenme teklif etti:D

Her neyse sezon sonu için çeşitli komplo teorileri yok değil, bol miktarda var. Zira House'ın sezon sonunda yeniden tımarhaneyi boylayacağını düşünenler az değil. Fakat ben önceki bölümde baba olacağı için askere gitmek istemeyen ve bu uğurda ayağını kaybeden adama bakarken aile kavamına saygıyla bakmaya başladığını düşünüyorum. Sırıttı diyenler var, hayır sahneyi iki kere açıp izledim(evet, öyle bir psikopatım), sırıtma filan yok; bariz afallama var. Zaten o bölümde de Foreman ve hapisten çıkan abisini barıştırmaya çalışıyordu. Bana kalırsa ilerleyen bölümlerde baba olmayı deneyebilir(Greeeeg, evinin kadını, çocuklarının anası, koltuğunun köşe yastığı olurum kurban olduğum!). Wilson'ın deyişiyle "You are the diabolical, yet benevolent puppet master!"

Gregciğimi düşünürkene nereye bağlayacağımı unuttum yahu... Kısaca House izleyin, izletin, izlettirin. Hayatımın erkeeeni bütün dünya sevsin anacım. Gerçek olsa keşke bea. Valla hayatımın erkeği resmen. Hayal edemediğim kadar sorunlu. Seviyorum seni Gregory House!

8 Şubat 2010 Pazartesi

Ultimo tango a Parigi/ Paris'te Son Tango

Kaç gündür filmi yazmaya oturup yazamıyorum. Başka alakasız şeyler yazdım arada ama bir türlü oturup yazamadım. Niye bu bu kadar anlatasım var? "Porno diyip geçme tanı" klasörüme bir film daha eklemiş bulunuyorum. Bu arada yazım da belli bir yaş üstü içeriğe sahip olacak muhtemelen, haberiniz olsun.

Gerçi şimdi nasıl anlatsam nerden başlasam durumum var. Zira film Bernardo Bertolucci isminde bir İtalyan yönetmen amcanın. Fransız, İtalyan oldu mu kıllanıyorum arkadaş, muhakkak filmin bir yerinde bir sembolizim neyim vardır dediydim, okuduğuma göre zaten varmış. Avrupa sineması, olmaz mı? Ha okudum da anladım mı? Hayır. Zira Fransız Yeni Dalga akımıyla alakalı bir mesele varmış, yok örtü örtünce bu olmuş, yok koşunca şu olmuş... Ama ben sembolizimden zerre anlayan bir seyirci olmadığım için hiçbirini anlamadım. Bir tek tango sembolizmini anladım, ona da ayrı değineceğim(değinmem mi, sembolik bir şeyi anladım). Diğer hiçbir haltı anlamadım anacım.

Film Paris'te geçiyor isminden de anlaşılabilceği gibi... Paris'te olduğu pek anlaşılmıyor gerçi, filmin geçtiği mekanlar çok sınırlı. Ha bu arada uyarmadı demeyin. Türk ailesiyle oturup seyredilcek bir film değil. Zira anne, baba, amca, teyze filmin yarısında "tövbe estağfuğrullah..." diyip size höbölö höbölö çığırabilir. Ne bileyim yakın arkadaşla yahut sevdicekle bile izlemek kastırabilir adamı. Porno mu yani? Hayır, değil. Bütün sertliğine rağmen değil. Aslını isterseniz aradaki farkıda çok iyi bildiğimi söyleyemeceğim. Zira oturup porno seyretmişliğim yok. Bak şüpheye düştüm lan şimdi yazarken. Edebiyattan gidiyim bari(Gerçi bunu söyleyen insan böyle bir örneğin içinde kullandığımı duysa beni öldürür, pişman da olmaz). Adamın biri zamanında "Bir eser eğer belli bir edebi kaygıyla vücuda getirildiyse en kötü eserin bile belli bir edebi değeri vardır" dediydi. Aynı mantıktan gidersem: Sanırım belli bir sinematik kaygı güdüldüğünü düşündüğümden porno diye isimlendiremiyorum. Ay beş saattir anlatamadım derdimi. Açık ve net söyleyeyim, +18 olması bir yana filmin estetik tarafı çok gelişkin değil. Ha bu demek değil ki film kötü. Sahnelerin bir kısmında tamamen hayvansı güdüler hakim, aslında filmin hikayesi de biraz bu sanırım.

Biri erkek, biri dişi; söz konusu iki kişinin sıradışı, isimsiz, sıfatsız birlikteliği anlatılıyor temelde. Sonda aslında ama ben başta anlatacağım, bir orayı anladım net olarak çünkü. Ha uyarmadı demeyin bu arada, sonundan başlıyorum bir yerde. Tango sembolizmini en sonunda gözüme gözüme sokmasaydı tabii ki anlamayacaktım. Ama ilişki tango yapar gibi yürüyor. Az çok biliyorum ya, şekerim hazır olun, ahkamımla geliyorum:) Tangoda geleneksel olarak dansı erkek yönetir, kadın onu izler. Daha doğrusu erkek adımı teklif eder, kadın oraya gidip gitmeyeceğini karar verir. Zira tango kadını gururlu ve ne yaptığını bilen bir kadındır şekerim:P İşin özeti Paul, Jeanne'i bir ilişkiye davet ediyor ve Jeanne de kabul ediyor. Ama ne isimlerini biliyorlar, ne yaşlarını, ne iş yaptıklarını, ne bileyim nerde yaşadıklarını... Filmde yönetmen, ruhsal parametrelerini olabildiğince ilişkinin içine karıştırmak istemediğinden isimsiz bir varoluşu yaratmaya kalkışan iki kişinin, nihilist bir devinimin kıvrımlarında sadece insan bedeninin olanaklarını kullanarak paralojik yok olma isteğini kusursuz bir eksperimantalist bakış açısıyla yorumluyor. Kısaca paso seks yapıyorlar. Aslında tam kelime biraz kaba kaçacağını biliyorum ama sevişmiyorlar çoğu zaman, birleşiyorlar. Çok duygusuz ama başlangıç noktaları "bir şey" olmadıkları bir dünyada varolmak. Hayvanlar misali sadece çiftleşme amaçlı bir birliktelik(gerçi imparator penguenler bu tanıma uygun değiller. zira tek eşliler, çocuk yapımında eşit görev dağılımına sahipler, aile kavramları var ve yer yer insandan daha insanlar. imparator penguen olmak istiyorum muntazaman. tabii konuyla ne alaka?). Özellikle erkek sevişmenin sosyal tarafını kesinlikle ilişkilerinde istemiyor. Anlatıp yazıyı boğmayacağım şimdi ama elbette bunun sebepleri var. Kimlikleri varolduğu anda büyüsünün bozulacağını düşünüyor. Kimliksizleşme özgürlüğü de getiriyor yanında. Aslında bir yerde tango gibi... Zira orda da bir isimsizlik hakim aslen. Kim olduğunun, ne olduğunun, neli dondurma yediğinin, hangi takımı tuttuğunun, ne okuduğunun dans ederken bir önemi yok. Sadece tango yapmak için üç-dört parça bir araya iki insan, zamanı gelince yine birbirleri hakkında hiçbir şey bilmeden yerlerine oturabiliyor. Ama işte kadın, her yerde kadın, anlamlandırmaya çalışmasa olmaz. Jeanne daha fazlasını istiyor, hatta tutuyor o bilinmezliğe aşık oluyor. Zaten insan bilmediğine aşık oluyor, bildiğinde bir tadı kalmıyor. Jeanne için de kalmıyor. Gerçekliğe attıkları adımla adam çekiciliğini yitiriyor. Diğer taraftan aslında adam dansı hala kontrol etmeye devam ediyor. Zaten başından beri ilişkide Paul'ün muazzam kontrolü var: Hiçbir şeyin bilinmemesini de isteyen o, gerçekliğe adım attıran da o. İlişkiyi istediği yere götürmesini bilecek kadar dansa hakim ve istediği tamamen yok olmak bir yerde, dibine kadar da zorluyor. Film biterken kızın "ismini bile bilmiyorum" demesi yalan değil, ismini bile bilmeden yerlerine oturuyorlar.

Aslında filmin simgelediği bir ordu şey varmış. Paul'ün orta yaş bunalımı ve onu aldatan karısının intiharından sonra istediği kimliksizleşme ihtiyacı, Jeanne'in hayatındaki baba figürünün eksikliğiyle büyümeyi reddedişi falan filan... Allah sizi inandırsın hiç sembolik bir insan değilim, anlamadım da...

Valla ortalıkta çok fazla oyuncu yok zaten. Bir Marlon Brando, bir de Maria Schneider var genel olarak. Kızın nişanlısı, erkeğin intihar eden karısının annesi gibi yan karakterler var onların dışında. Pek bir şey anlatmadım yan hikayelere dair. Aslında Jean ve Paul'ün hikayelerine dair bir şey de anlatmadım, ama ne bileyim diğer kısımları daha mühim geldi.

Babaanne cümlesi kullanayım: Marlon Brando'nun Marlon Brando olduğu zamanlar mirim(bir babaannenin mirim deme olasılığı nedir emin değilim tabii). Marlon Brando'nun neden bu kadar tutulduğunu anladım. Hani yakışıklı bulunması bir yana hakikaten iyi oyuncuymuş. Yakışıklı bulmuyorum, daha ziyade iyi oyuncu olmanın kendi içinde bir karizması olduğuna inanıyorum. Abartmıyorum, filmi adamın oyunuculuğu sürüklüyor. Yoksa akışı yavaş bir film. Psikopat mısın nesin demeyin ama ben birinin oyunculuğuna bakarken nasıl ağladığına bakıyorum. Adamın bir köşeye çekilip bir ağlaması var, kitledi geçti. Valla ben şu bir garip sinema seyircisi halimle Marlon Brando'yu bırak eleştirmek, yorum yapmaktan acizim. Henüz izlemediğim Baba serisine de bu adam yüzünden başlayacağım. Özellikle tek sahnelerinde muhteşem. Ay ne desem bilemedim bitirmek için paragrafı. Marlon Brando bea...

Maria Schneider, tam bir Parizyen(Parisli yani). Biraz çocuk, biraz kadın, ortada kalmışlığını güzel anlatıyor. Marlon Brando'yla oynadıktan sonra adama aşık olup psikolojik tedavi gördüğünü söylüyorlar:) Bilmiyorum o raddeye geldi mi gerçekten ama hakikaten Marlon Brando'nun büyüsüne kapılmış bir hali var. Adamın peşinden sürüklenen kadın olması bir yana, neden bu sürüklenmeyi seçtiğini anladım ben. Ne bileyim iyi dans eden bir adamdan sınırları ihlal ettiğini bilmene rağmen ayrılmama hissi... Bir süreliğine hayatı kendi yaptığın duvarların dışında; Ayşe, Fatma, Asude, Roberta, Maria olmadan yaşamak isteği... Aşırı bir hikaye, aşırı bir bakış açısı ama neden yaptığını anlıyorum. Sanırım buradan da iyi oynadığını söyleyebilirim.

Sizin de anlayacağınız üzere bir miktar serseme çevirdi film. Zira yazıyı tümevarım yöntemiyle yazdım resmen. Film hakikaten sert bir film. Perihan Mağden'in "aşkın kimyası üzerine gelmiş geçmiş en mühim eserlerden biri" tespiti var film hakkında. Bu kadar kesin bir şey diyemem kendi adıma, ama aşk kavramı üzerine bambaşka bir bakış açısı sunduğu kesin.

3 Şubat 2010 Çarşamba

My Life Without Me/Bensiz Hayatım

Valla reyting savaşlarını yönlendirmede nasıl bir katkım olur bilmiyorum ama izleyin ağlayın diye bu akşama film koymuşlar. Daha doğrusu kaçıncıya yayınlandığını bilmiyorum, epey bir süre önce aynı kanalda izledim. Önerin mi desen tam olarak değil aslında. İnce ince anlatmaya niyetim yok. Sadece görmezden gelmiş gibi davranmak istemedim bu filme, zira zamanında çok etkilemişti beni. Film bitince "lan hakkaten olabilir, benim de başıma gelebilir" hissiyle bakmıştım televizyona. Kalakaldıran bir film olmuştu ne bileyim. Konu klişe bilmek isteyene, iki ay sonra öleceğinin haberini alan genç bir kadının hayatında olup biteni anlatıyor. Bilmiyorum niye bu kadar koydu, nasıl anlattı da beni bu hale getirdi diye düşünürüm hala. Saat 21.15'te tv8'de yayımlanacak bu gece. Ben tekrar izler miyim? Açıkçası bilmiyorum, o midemle boynum arasında uzanıp giden boruların birinde löpçük oturup kalmış bir yumru hissini tekrar ister miyim hakikaten emin değilim.

Bu Kalp Seni Unutur mu

Taze taze, mis mis kritik... Dizinin son sahnesi henüz başlamadı, reklamın bitmesine bir-iki dakika var. Ailecek dizideki en beğendiğimiz oyuncuyu açıklıyorum: Yalçın'ı oynatan Tansel Öngel! Ama nasıl bir beğenmek. Annemle beraber büyük bir zevkle ve ağız dolusu küfrediyoruz Yalçın'a. Pezevenkler, piçler, şerefsizler havada uçuşuyor. Aha şimdi bitti dizi bir kez daha ben şerefsizi patlattım, babamdan da bir gebermedi geldi. Anlatmak istediğim nasıl bir oynuyorsa valla sürekli küfür halindeyiz. Resmen kendi çocuğu olmayan Ali'ye tiksinerek ve burnunun üstünde bok varmışçasına bakıyor. Çocuğa bir ilgi göstermeyişi var, küfrü hak ediyor ama! Aa bak sinir geldi, Yalçın Gece'nin velayetini de aldı, bir de göstermeyeceğini ima etti Cemile'ye. Pezevenk seni! Küçücük çocuk anasında ayrılır mı, yatacak yerin yok şerefsiz!