2 Aralık 2009 Çarşamba

(500) Days of Summer/Aşkın (500) Günü


Nasıl sınıflandırabilirim bilmiyorum. Sinema sitelerine girerseniz göreceğiniz şey muhtemelen romantik komedi olacaktır. Ama değil. Drama da değil. Ya da sadece komedi de... Kız filmi diye adlandırmak istiyorum ama erkeklerin de seyredemeyeceği bir film de değil. Şöyle anlatayım: Harici diskte filmlerim standart bir sınıflama sistemiyle ayrılmıyor. Zira filmleri, seyrettikten sonra hissettirdiklerine göre sınıflıyorum. Bir komedi filmi beni derinden etkilemişse dram klasörüne girebiliyor mesela. Bu film "hayat bea" klasöründe şu an. Muhtemelen dram çağrışımı yapmıştır ama benim anladığım başka türlü bir şey. Biraz duygusallık, biraz hüzün, gülünecek bir sürü ufak tefek şeyin olduğu, çok içeriden bir hikaye; sonunda iç çekip "hayat gibi lan" dediğim hikayeler... Neyse durdum film sınılandırma sistemimi anlatıyorum:) O film bu filmlerden işte... Beğenmeyenler ya da sıradan romantik komedi diye düşünenler çok olacaktır, tahmin ediyorum. Ama ne bileyim bu film o klasörün listesinde başa oturmasa da iyi bir yerden giriş yaptı:)

Tek kelime okumamışım filme dair. Muhtemelen ciddi etkilenip okuduklarımı arayacaktım. Beğenip beğenmemek değil hamdan kendi fikrimin oluşmasını seviyorum.Ha şu an ben yazan oluyorum o ayrı:) Filmi daha önce afişten kaynaklı görmek istemiştim zaten. Afiş ilginçti, isim ilginçti, o günler neden parantez içinde yazılıyordu:) Her neyse tamamen spontane gelişti bu gece bu filmi izlemek.

Filmin başında bir koptum zaten. Karanlık ekranda art arda yazanlar şunlar:Authors note: The following is a work fiction. Any resemblance to persons living or dead is purely coincidental (Yazarın notu: Bu hikaye hayal ürününden ibarettir. Yaşayan ya da ölü biriyle herhangi bir benzerlik görürseniz tamamen tesadüften ibarettir.) Especially you Jenny Beckman(Özellikle de seninle Jenny Beckman). Bitch(Sürtük). Bakmadım ama öyle biri varmış facebookta diyorlarlar:) Pazarlama kampanyası da olabilir bilmiyorum. Her neyse konu Summer ve Tom'un aşk hikayesi etrafında dönüyor. Arkada sürekli kaçıncı gün olduğuna dair dönüp duran bir sayaç var ve Summer'ın 500 günü kronolojik olarak akmıyor. Sürekli zaman değişikliğiyle ilişkinin nerede doğru nerede yanlış olduğu aranıyor. Ama ne çekilen acı ne de aşk hikayesi standart. Aslında diğer yandan da oldukça standart bir hikaye, çünkü gerçekçi:) Ama roller tersine işliyor: Kaçan Summer, kovalayan Tom. Summer ve Tom iş yerinde tanışıyorlar ve sayaç işlemeye başlıyor. Summer ilişkiye ve bağlanmaya inanmayan bir tip olarak değilse de tutum olarak erkeksi bir kız. Tom ise tam tersi, hayatının kadınıyla evlenmeyi hayal eden bir romatik canavar. İşte bu noktada sadece ilişkilerinin başlangıcını, cicim zamanlarını değil, ilişkinin bitişinden parçaları da art arda gösteriyor. Filmin bir yerine kadar öyle bir hissiyat oluşuyor ki Summer sanki Tom'a geri dönecekmiş gibi duruyor, ama dönmüyor. Söylediğim için pişman değilim, zira filmin hikayesi bu değil. Bir yanda aşık olurken diğer yanda ayrılık acısından kurtulmaya çalışmak çok güzel anlatılmış. Vidyo eklemek adetim değil yazılara ama dayanamadım. Aşağıdaki vidyo Summer'a aşık olamaya başladıktan sonra Tom'un ruh haliyle ilgili... Aşk ve pozitivizim:)



Sahneyi ekledim diye dans filmi neyim sanılmasın, tamamen ruh halini anlatmak amacı:) Tom'u oynayan oyuncunun çektiği acı ya da o aşkın getirdiği süper hissetme halini çok güzel yansıttığı için mi bilmiyorum, Tom'u en yakın arkadaşımmışçasına benimseyebilirim gelse. Aşık oluyor, Summer'la İKEA'ya gidip geyikler döndürürken muhtemelen evlilik hayalleri kuruyor, çok güzel müzikler dinliyor, oturup arkadaşlarına her şeyi anlatıyor, oturup ciddi ciddi kendini bunalıma bağlıyor, acı çekiyor, kendinden epey küçük kız kardeşine dert yanıyor... Çok kız gibi sizin anlayacağınız. Ama diğer yandan da insan. Bütün insani duyguları yaşıyorlar. Diğer romatik komedilerde olduğu gibi her iki taraf da kazanmıyor. Ne bileyim gerçek hayatta olduğu kadar adaletsiz bir aşk hikayesi... "Biri her zaman daha çok sever"in film olmuş hali... Aşık olunca her şeyi pozitif görüş, dünyanın en harika insanıymış gibi görme halini, Tom'ın zirveye çıkış ve dibe iniş psikolojisini ve bütün olan bitende Summer'ın yerini anlatıyor hikaye. Ama bütün bunları hüzün böceği olarak yapmıyor. Aksine olabildiğince eğlenceli anlatmaya çalışıyor. Bir yandan müzik zevkleri, entellektüel bakış açıları, kimi tuhaflıkları uyuşan iki insan aslında hiç uyuşmuyorlar. Aman ne bileyim konuyu anlatmak isteyince beceremedim sanırım, yazmak istediğim fazla şey var:)

Filmde en çok beni etkileyen sanırım sürekli kendi hikayesinin kendine yetemeyip bir şeyleri referans göstermesi oldu. Ne bileyim belki de sık sık ben yaptığım için çok kendimden bir şeyler buldum orada. Varlığımı kanıtlamak deyin isterseniz ya da varlık sebebimi desteklemek, kanıt göstermek için mi yapıyorum bilmiyorum ama alıntıları severim. Beni anlattığına inandığım şarkıları, bir şiirden bir cümleyi, bir romanın konusunu, bir filmden bir repliği kalabalıkların içinden çekip çıkarmayı seviyorum. Film de bunu sık sık yapıyor. Öncelikle müzikleriyle... Summer ve Tom'un bir şarkı yüzünden tanışmasıyla başlıyor. Romanlardan, filmlerden yapılan alıntılar, göndermelerle devam ediyor.

Bir de ne bileyim aslında bir gerçekçi tarafı daha var. Tom rolünü oynayan Joseph Gordon-Levitt normal bir adam. Ekstra bir yakışıklılığı ya da çekiciliği yok, filmde de ekstra bir yeteneği olan birini de oynamıyor. Sıradan biri... Üstelik mimarlık okumasına rağmen pes edip mesleğini yapmayan hayatın çarkları uğruna kutlama kartı yazan biri... Summer'ı oynayan Zooey Deschanel ise tersine çekici ve güzel bir kız. İstediğini alabilecek, süründürebilecek, sonra da siktirip olup gidebilecek türden... Cinsiyet genellemesi değil yaptığım, tam tersi de düşünülebilir. Erkek piç, kız alelade olabilir. Ama olası bir şey; hani güzelin yanında çirkini ya da daha az güzeli görürürüz de "çirkin şansı" deriz ya o hesap Tom ve Summer. Özellikle Joseph Gordon-Levitt hakkını veriyor bence rolünün. Bir de Tom'un arkadaşlarına hasta kaldım:) Filmin altyazısını, özellikle McKenzie'nin dediklerini çeviren arkadaşları(LeeLoo&nazo82) kutlamak lazım. Zira bir yerde "Aşk mı? O ne lan?!" diye bir laf geçiyor, o kadar doğal bir çeviri vardı yani:) Zaten arkadaşları kendi içinde ayrı bir terane... Bir tanesi 6. sınıftan beni kimseyle çıkmayan bir çocuk, diğeri de hayatının aşkını bulmuş ama diğerlerinin aşk hayatına karımadan duramayan bir tip. Özellikle sarışın olanı benim eski ingilizce kursundaki hocama benziyor ki güzel bi benzerlik oldu benim için:P

Filmin müzikleri zaten başlı başına harikaydı. Sadece filmde kullanılan şarkılar değil tema müzikleri de güzeldi filmin. Zaten şarkılar üzerine kurulu bir tarafı var. Yer yer yeni keşfettiğim insanlar var, mesela The Smiths. Bilmezdim etmezdim ama güzelmiş. "Aman siktiret romantik komediymiş ne izleyecem" diyenlere film müzikleri önerilir. Ay işte güzel be sevdim ben:)

Filmin bence tek bir tırt noktası var, o da sonu. Her şey çok güzel gitti gitti, sonunda kendini kaderiliğe bağladı da gitti. Bir de" çekilen onca acının bir sebebi varmış" anlayışıyla adam kendi kaderini önce kendi değiştirmeye karar verdi, sonra kader ona yardımcı oldu:) Gerçi orada hoş bir kelime oyunu vardı, ama çok da doyurucu bir son diyemem. Bu kadar kusur kadı kızında da olur. Ama tırt noktasını içeriden bir bölüm kapatıyor kesinlikle. Hani doğru yanlışı götürecekse bu yanlış götüren bir doğru. Ekran ikiye bölünmüş, bir tarafta "beklentiler" yazıyor, diğerinde "gerçek". Galiba ben bu Tom karakterini çok içselleştirdim. Hiç bir zaman istediğin gibi olmaz ya... Acı acı baktım sahneye "lan ben bunu bir yerden biliyorum sanki" hissiyle. Of aman ne bileyim, öyle işte...

Anlatmak isteyince çok doyurucu olmadı, biliyorum. Ama benim hikayem olmasa da benim hikayem olabilcek bir filmdi, biliyorum. Belki de o yüzden çok sevdim.

Hanimiş: Ben bunu 4 gün önce yazmakla beraber fotoğrafları ancak yerleştirebildiğimden şimdi yayınlıyorum a dostlar, bilginize. Fakat şöyle de bir durum var, aradan 4 gün geçmişken diyebilirim ki bu çok göreceli bir film. Zira Havva'ya önerdim, o izledi ve çok beğenmedi. O yüzden benim bu film hakkındaki yargılarımı çok da sallamayınız. Filmlerin sevilme sebebi biraz da kendi hayatında bulduklarınla alakalı sanırım. Ne bileyim bir taraftan bana benzemesiyle Tom karakterini gerçekten içselleştirdim galiba, saygılarımı sunarım.

30 Kasım 2009 Pazartesi

Adını Sen Koy

Buna da gideceğimden değil ama afişi güzel geldi. Hoş, bir yerlerden tanıdık, o çok ayrı ama... Tuna Kiremitçi nasıl bu kadar her şeye el atabilme imkanına sahip gerçekten anlamıyorum. Reklam sektöründe metin yazarlığı yaptı, roman yazdı, köşe yazarı oldu, albüm çıkardı, film çekti; sırada ne var?

10 Kasım 2009 Salı

Cumhuriyet


10 Kasım dolayısıyla TRT az önce Cumhuriyet filmini yayımladı. Bunu ilk izlediğimde "aaaaa" nidalarıyla çıkmıştık sinemadan. Niye bu kadar "aaaa" dediysek yani... Ya tamam, Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan film fikri güzel de bir de o prodüksüyona güzel bir film çekselermiş.

Cumhuriyet yanlış hatırlamıyorsam dönemin en büyük prodüksüyonlarından biri... Hani ne kadar harcandı hiiiiç hatırlamıyorum, ama TRT çektiğine göre derya deniz bir imkan sahibiydiler muhakkak. Yani sadece parasal anlamda değil, ne kadar para sahibi olsanız da nüfuzunuz olmazsa açtıramayacağınız mekanlar var. TRT filmi o mekanlarda paşa paşa çekmiş. Dahası muhtemelen Türk sinema tarihinin en görkemli oyuncu topluluğuyla... Yan rollerde bile Kenan Işık filan var anacım siz düşünün artık:) Maşallah bir kadro yapmış tey tey tey... Tabii bunu ortaokuldayken farketmek mümkün olmayabiliyor. Ama ortaokuldayken film akışının ne kadar rezil olduğunu da farketmemişim.

SkyTürk bozuk olduğundan Halil Amca'yı izleyemeyince Cumhuriyet'i görüp başladım izlemeye. Gerçi takdir ettim bir yandan TRT'yi, hamaset yapmayı bırakıp 10 Kasım'da Atatürk'ü anlatacak bir şey göstermeleri iyi olmuş. Genelde bu filmi Cumhuriyet Bayramı'nda gösterirler zira. Neyse başından başlamadım ama çok bir şey kaçırmamıştım açtığımda. Biz bu filmi nasıl bu kadar beğenerek izlemişiz. Ya belgesel desen değil film desen hiç değil. Semra Hanımcığımın deyişiyle daldan dala, daldan dala... Niye insan bu kadar kastırır sığdırıcaz diye anlamam. Madem bir işe koyuldunuz, nasılsa kostümdür dekordur diğerlerine de kullanılır, bari çekin 3 tane film de geniş geniş anlatın. Zaten parasını katre katre çıkarardı o film. Üstelik devlet televizyonu çekiyor yani... Okuldayken gidin de gidin diyen bir sürü öğretmen olmuştu. Zaten cebren ve hile ile reklamı çok yapılabilecek bir filmdi. Filmde her şey o kadar hızlı anlatılıyor ve geçişler o kadar kötü ki "aaaaa" değil "eeeee" sesi çıktı film boyunca benden. Ülkenin alanında en iyi isimlerini toplayacaksın(Müzik hanesinde Gürer Aykal, film müziklerini seslendiren Bilkent Senfoni yazıyor en meselası), devletin bütün imkanlarını kullanma hakkına sahipsin, ama ortaya çıkan film belgesel mi film mi belli değil.

Oynculuklar genel anlamda güzel. Rutkay Aziz'i çok beğenmem, o çok ayrı. Atatürk'e benzememesi ve yapay sarı olduğu 3 kmden belli saçlarından değil; tiyarto sahnesinde gibi oynuyor:abartılı ve teatral. Her neyse Atatürk rolünü en efsane oynayan benim gönlümde iş bankası reklamındaki Haluk Bilginer'dir, ötesini tanımam. Reklam olabilir, çok kapitalist olabilir, ama Atatürk'ün yaptıklarını -bence- en güzel özetleyen reklamdır. İsteyen buradan izleyebilir. Ay nereden geldim ben bu konuya:) Neyse oyunculuklar güzel. Latife Hanım rolünde neredeyse gençlikten tanınmayacak kadar genç bir Dolunay Soysert var:) Gerçi şimdi aklıma geldi, Latife Hanım'ı da anlatış şekilleri ayrı bir terane. Niye o kadını nefret edilecek unsur olarak göstermişler anlamadım. Tamam, Atatürk'le benzemiyor olabilirler, fevri davranmış olabilir pek çok şeyde, ama şahit olunmayan bir meselede bir tarafı kötü göstermek niye? Atatürk'le Latife Hanım'ın hikayesi tam bir muamma. Ama insanlar yüceltmek adına bazı şeyleri düşük gösterebiliyorlar. Latife Hanım'ı sadece bir kadın-cadaloz, hırs ve mevkii düşkünü olarak göstermişler de-olarak gösterselerdi, Atatürk Atatürklüğünden bir şey kaybetmezdi. Kimse Latife Hanım'ı tanımıyor sonuçta, ayrıca o kadın ömrü boyunca konuşmadığı evliliği için... Bir miktar almış olsalar da bence hakkı yenmiş. Fikriye Hanım, Latife Hanım ve Atatürk ilişkisinde ortaya atılan bir sürü iddia var ve hiçbiri net değil, daha tarafsız olabilirlermiş. Ay evet, çok kızdım:)

Abidik gubidik bir sürü sahne var. Bütün devrimleri, her şeyi anlatıcaz diye sıkıştırmışlar. Mesela bir sahnede tekkede zikir çeken insanlar ve bir şeyh görülüyor. Bir mürit gelip şeyhe "Tekke ve zaviyler kaldırılmış. Sarığı da sadece din adamları takacakmış "diyor. Şeyh de "Tuu Allah belalarını versin" diyip kaldıkları yerden zikre devam ediyorlar, ayaktaki mürit de dahil! Şimdi anlatınca tuhaf geldi ama bulursanız izleyin, sahne hakikaten komple mantık hatası.


Benim dikkatimi çeken noktalardan biri de dil devrimiydi. O kadar kolay atlatılmış ki filme göre gözünle görsen inanmazsın:) Adamlara "Bak kardeşim sen rahat 1000 yıldır Arap harflerini kullanıyorsun ama biz seni Latin alfebesine geçiriyoruz" demekle olup bitmiş gibi duruyor iş. Dil konusunda pek bir şey bilmesem de filmin ilk yapıldığı yıllardan bu yana ahkam kesecek kıvama geldim, bildiğimden değil yani söyleyeceklerim:) Dil devrimi bence devrimlerin en zorlarından biri... O kadar ki bence hilafeti kaldırmak kadar zor. Zira alfebe bir yönüyle dini temsil ediyor. Ama bu iş o kadar güzel başarılmış ki Cumhuriyet tarihinin en yüksek okuma yazma oranlarından biri de o yıllarda bildiğim kadarıyla... Ama film olabilcek bir mevzuuyu sadece 5 dakika görebiliyoruz. Her şeyi o kadar oldu bitti anlatmışlar ki! Cumhuriyet bu kadar kolay mı kuruldu!

Aman neyse ben sararsam daha kızacak bir ordu noktası var filmin. 11 sene arayla tekrar izledim ve gördüm ki film onca emeğe karşılık pek bir şey çıkmamış dedirtecek bir film. Belgesel yapsalarmış keşke, Savaş Dinçel'in mükemmel oyunculuğuna yazık olmuş. Umarım bir gün gerçekten Atatürk'ü ve yaptıklarını hakkını verebilecek kadar iyi bir film çekebilirler.

8 Kasım 2009 Pazar

dizi izlemek

Kardeşimle sırt sırta ayrı bilgisayarlarda farklı sezonlarda How I Met Your Mother izliyoruz. Ailecek hastasıyız olayının vücut bulmuş haliyiz:)

30 Ekim 2009 Cuma

The Ugly Truth/ Kadın Aklı Erkek Aklı


Ehehe geldik son zamanlarda izlediğim romantik komediler içinde en keyifli olanına:) Bu nasıl anlatsam "He's Not Just That Into You/Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar" ekolünden giden bir film. Faideli yani:)

Abby ki Katherine Heigl olur kendileri, idealist televizyon programı yapımcısı(televizyonda ve amerikada ne kadar idealizm oluyorsa o kadar işte), gündüz haber programı yapan bir yapımcı... Reytingler düşmeye başladığında coşturucu bir unsur olarak erkeklerin ne ister konulu program yapan Mike'ın ki Gerard Butler'ın programı haber programına iliştiriliyor(anlatmazsam çatlarım notu: bir iki sene önce gerard butlerın ne kadar simetrik bir insan olduğunu görmek için zorla 300 spartalıya götürüldük.şimdi isim vermeyeyim kimin sürüklediğini, tanıyanlar tahmin edeceklerdir kim olduğunu:) o yüzden gerard butler'ı ne zaman görsem 300 spartalıyı seyrederken -filmin bitmesini bekleyememiş idik- yaptığımız "gerardımın adeleli kolları..." konulu feriştah yenge muhabbetimiz gelir aklıma:) bu da böyle bir anı işte... utanmadım da yanlız anlatmaya). Bu arada Abby'nin yeni karşı komşusu yakışıklı ama yakışıklı olduğunun farkında olmayan, doktor, zengin, kibar, görgülü hayallerimizin erkeee yani... Fakat Abby sakil bir şekilde hareket edip Mike'ı doktoru tavlayabileceğine ikna etmek isterken kaçırma noktasına geliyor ve Mike'tan yardım almak zorunda kalıyor. Bundan sonrası epey eğlenceli:) Mike'ın erkeklerin tuvalet eğitiminden sonra eğitilemeyeceğini tezi üzerine eğitim başlıyor. Dik göğüsler, güzel elbiseler, uzun saçlar yani erkeği etkileyebilecek her şey... Doktoru tavlıyor Abby tavlamasına ama bu arada her ne yaptıysa Mike'ı da baştan çıkarıyor. Pek tabii romantik komedi bu, kendi olduğu için Abby onun yanında Mike'ın etkilenmemesi gibi bir hadise yok. Tabii bu arada Mike çapkın ve ben işi bilirim erkeği görüntüsünün altında alttan altta haksız çıkmak istiyor, bunu resmen görüyoruz. Hatta Abby doktoru tavlamaya çalıştıkça takındığı öyle bir surat ifadesi var ki "Gerard'ım oy kuzular kuzusu gel annem sana kız mı yok" diye teselli edesiniz geliyor:) Fakat zaman zaman erkekleri nitelendirirken o kadar kaba tanımlamalar kullanıyor ki itici görünüyor, zaten bu yüzden programının adı "The Ugly Truth" En nihayetinde bir süre sonra iş rayından çıkıyor. Aslını isterseniz doktor iyi hoş da biraz bön. Bana kalırsa Abby zaten eninde sonunda adamın bön olduğunu farkedecekti. Yani göz var nizam var Gerard mı öbür bön mü?

Bu arada filmin başında küçük bir yerde ama ilginç bir diyolog vardı. Abby telefonda istediği erkek tipini tarif ederken Mike "Avrupa'da aramıyorsun dimi?" diyordu. Ay nedir yani bu Avrupa mükemmeleştirilmesi durumu anlamıyorum. Amerka'da içten içe bize benziyor biraz galiba: "Avrupağğğ Avrupağğğ duy sesimiziiaaa"bağırsınlar da tam olsun:)

Her neyse olay şu ki bildiğiniz romantik komedi aslında... Ama zekice kurgulanmış bir senaryosu ve yardıran sahneleri var(semaya not:gulüm o kaçırdığımız sahne var ya koptum! bir ara sana izleteceğim:)). Ama klasik bir romantik komedinin verdiği sondan farkısını vermiyor sonuçta:) Süper zaman geçirtiyor o ayrı, ama beyinlerin algısını değiştirmek konusunda bir numara gerçeği kabul etmek gerekirse. "Arıza erkekler bile sevip aşık olabiliyoooo bak yola gelebiliyorlar işte. Gidip olup olabilecek en arıza erkeeee aşık olmalıyıaaaam." mesajı yerleştiriyor maalesef. Eh bunu bulamayan kadın daha çok romatik komedi istiyor sentetik olanı almak için en azından, beyne bu sefer daha çok mesaj depolanıyor... Kısır döngü yani. Yoksa çok mu haksızlık ediyorum:) Romantik komedi güvenli ve acısız ilişkinin en direk veriliş hali bence. Ha yine de izlemiyor muyum? Hastası olurum:) Ben ne bok tükettiğini bilen bir bağımlıyım. Evet, arada bir belli bir doz alma ihtiyacı hissediyorum. Hatta bu aralar pek büyük bir doz aldım neden ihtiyacım olduysa bu kadar artık:D Aşksız kaldım bebeğim, sen aşksızlık nedir bilir misin:P Aşk dediğin de ne ki zaten :D Ay noluyor bana yaa valla durumum vahim!

Gerard Butler ve Katherine Heigl'de hoş bir ikililer. Güzel de dans ediyorlar. Bu arada buradan gittiğimiz sinemanın teknisyenine sevgilerimle... Yer gösteren kızın söylediğine göre böyle normalde son ses açmazmış, biz oturduk dinliyoruz diye bu kadar açmış:) Hakikaten oturup dinledik, müzikler de güzeldi. Romanik komedi-severseniz kesinlikle kaçırmayın derim. Durup oturup izleyebilirsiniz. Zaten Katherine Heigl yeni Meg Ryan olma yolunda adım adım ilerliyor. Genellikle iyi romatik komedilerde oynamaya başladı. Valla bu filmi epey bir süre bekledim gösterime girsin diye, sırf bu kadının filmlerinin iyi olduğunu bildiğimden:)

Diğer karakterler de fena değil. Özellikle program sunucusu karı kocayı oynayanlar hakikaten karı koca gibi duruyor yer yer... Bir de Abby'nin akıllara zarar, Abby üzerinden aşk hayatını yaşayan asistanı var, onun Abby'nin üzerinden aşk hayatını yaşaması olayı kanımca filmin en gerçekçi yeriydi. Sonuçta başkalarının aşk hayatını çok fazla merak ederek bir yerde onların üzerinden yaşıyoruz sanırım. Aman manyaklaştım mı ne!? Filmi sevdim sayın okuyucular, valla bak, bu aralar ruh halim biraz tuhaf ondan böyle oluyor. Hatta diyebilirim ki ne kadar sevdiğimi yazının manas destanının uzunluğuyla yarışmasından anlayabilirsiniz:)Bu arada çeviriyi biraz daha cesur yapabilirlermiş kanımca. Çevirin gitsin Türkçe argoya, toplum ahlakını siz mi koruyacaksınız ey çevirmenler? Hem argoda dilin parçasıdır bi'kere!

Çok provakatif bir yazı oldu bir romantik komedi için:) Romantik komedileri seviyorum her şeye karşın. Güzel vakit geçirtiyorlar, kötü son yok ve en mühim tarafı filmi sırıtarak bitiriyorsun ki bir süre sürüyor o şapşal halin. Bense o şapşal halimi kimse görmediği sürece(birileri görünce durup beni izliyorlar genelde) çok seviyorum.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Love and Other Disasters/Aşk ve Diğer Felaketler

Aşk filmi arası aşk filmi seyretmişim bu aralar ne hoş:) Zaten film seyretmekle yetiniyorum; hayatımda aşk yok, aşık olabileceğim bir erkek yok, dahası aşık olabilecek halim de yok. O yüzden yapayı iyidir böyle, kapitalist düzen ha bire damardan aşk pompaladığı için bağımlılık yapıyor; sentetik olarak da olsa almak lazım(çok solcu gördüm kendimi).

Film hoşçana bir film. Romantik komedileri ti'ye alıyor ama aynı zamanda kendisi de bir romantik komedi. Filme bağlı, arkada yazılıp duran bir senaryo var. Film bununla açılıyor zaten. Audrey Hepburn kılıklı, romantik hikayelerden hoşlanan, ama romantik bir hikayenin varlığını kendi hayatında tahayyül edemeyen Jacks isimli Amerikan-İngiliz karışık aksanlı kız hikayenin odak noktasında... Konuyu kabaca Arjantinli yahuşuhlu(yahşiyle yakışıklının kırması yani) fotoğrafçıyı gay zannedip ev arkadaşı gay Peter'a ayarlamaya çalışıyor ama bu arada Paolo(fotoğrafçı) Jacks'e aşık oluyor. Konu basit bir romantik komedi olarak görülebilir, öyle zaten:) Ama arada olan küçük nüansları hoş, filmi izlettiren de onlar zaten.

Film boyunca gönderme yapılan senaryoyu Peter yazıyor kendi hayatlarından etkilenerek. Ama sonunda para düşkünü yapımcı kendi istediği hale sokuyor söz konusu senaryoyu:) Film boyunca Yer yer yaratıcı diyaloglara sahip bir film kendisi, çoğunu da Jacks'in depresif arkadaşı Talullah sarfediyor. Örneğin;

-Talulah, neyin var?
-Freedom'ın bir ilişkisi var.
-İlişki mi? Daha 2 haftadır çıkıyorsunuz. Kiminle ilişkisi var?
-Benimle. Evli olduğunu öğrendim.

Tabii böyle anlatınca eminim komik olmamıştır ama bulunduğu noktada çok güldürebililiyor:) Yani sizin anlayacağınız romantik-komedi:D Peter her kadına bir gey yakın arkadaş kampanyası başlattıracak kadar içten oynuyor. Sevdim kendisini. Bu arada filmdeki arkadaş grubunu takdir ettim arkadaşlık anlayışlarından dolayı, çünkü filmde kadın erkek homo hetero demeden herkes birbirinin aşk hayatına katkıda bulunmaya çalışıyor. Hele Peter'a ayarlamak istedikleri bir adam var, maşallah devasa bir grup seferber oluyor ayarlamak için... Araya aracılar ordusu koyup sonunda tanıştırıyorlar, ama anlatmayım seyrederseniz:)

Ha bir de filmde akıllara zarar bir tango sahnesi var(algıda seçicilik ve seçtiricilik). Ezberlemek için bayağı bir uğraşmışlar hareketleri belli oluyor. Brittany Murphy'nin ne kadar esnek olabileceğini görmek için ideal, güzel tango izlemek için kötü bir sahne. Zira dans etmiyorlar, dediğim gibi çok fena ezberlemişler. Fotoğrafta da görebilirsiniz düşecekmiş gibi duruyorlar.

Keyifli zaman geçirmek için ideal(çok keyifsiz anlattım dimi, ilk izlediğimde yazmalıydım). Fİlmde bolca Audrey Hepburn, özellikle Breakfast at Tiffany's göndermesi var(zaten bir gün new yorka gidersem ilk işim sabahlayıp tiffany's'in önünde kahvaltı etmek olacak) Varsa harbiden boş zamanınız tavsiye edilir...

The First Kiss/İlk Öpücük


Gelelim fasülyenin faydalarına... İzlediğim en dandik filmler listesine rahatlıkla girebilecek bir film seyrettim La Dolce Vita'ya verdiğim aralardan birinde. Ama film hakikaten kötü bee... Boş zaman doldurmak için öylesine seyredilecek filmlerden bile değil. Niye seyrettin a salak diye soran var mı? Valla sonuna kadar atraksiyon bekledim ama gelmedi.

Adı üzerine mevzu bahis mesele ilk öpücük... Erkek arkadaşı olmasına rağmen bir türlü öpüşememiş gazeteci kızımız acaba öpüşmek nasıl bir şey kıvamında ortalıkta dolaşırken erkek arkadaşı bunu terkediyor. Zira kız ne buna yakınlık gösteriyor ne de düzgün buluşmalara geliyor. Bu arada çalıştığı dergiye piç görünümlü, yakışıklı sayılabilecek bir fotoğrafçı alınıyor. Görünüşte tam çapkın, ama içerisinde duygusal, hassas bir erkek gizli(ah bu romaik filmler başka erkek bilmiyorlar zati-az sonra aynı model bir film insanı daha anlatacağım:)). Bu arada kızla da pek benziyorlar. Neyse kızdan hoşlaşıyor ama kız buna yüz vermiyor; sonra kız buna yüz veriyor, çocuk çeşitli sebeplerden istemiyor. Kara döngü yani... Arada da çocukcağızın photoshop öğreneceğim diye kastırdığı yerleri görmek mümkün. Gerçi çocukta salak, gözlük takmaması için yırtıyor kendini niyeyse. Şekilci dünya, yalan memleket. Filmin sonunda noluyor? Öpüşüyorlar tabii ki... Tek tesellim filmi indirmek için çabalamayıp internetten seyretmiş olmam.

La Dolce Vita/Tatlı Hayat


Önce bundan başlamazsam rahat edemem a dostlar! Sağ olsun pek bir zamanımı katletti. Yine böyle bir gün, "bir pazarım var, ne etsem de berbat etmesem" kaşıntısı altında oturup film izleyeyim dedim. Tabii ziptirik film izlemeyeceğim, pazar gününü dolduruyoruz boru mu? Fellini hiç izlememiştim, hadi Fellini izleyeyim dedim. Her şey sanat için! Hay demez olaydım, bitmedi o film. Zaten bir kaç parça halinde seyrettim. İtalyan sinemasının ilk 3 saatlik filmiymiş zira. Şu kadarını söyleyeyim ben mi havamda değildim, o film mi bir günde bitmeyecek bir filmdi bilmiyorum; ama bir günde bitmedi. Filmde ne olduğunu, ne anlatmak istediğini ne zaman kavradın dersen, son 1 saatte "heeeee" sesi çıkmaya başladı benden. Tabii hakkında o kadar şey okuduktan sonra çıkmasa aptal gibi hissederdim kendimi.

Hani okumasam filmin neyi "sembolize" ettiğini hayatta anlamazmışım. Bir şey okumadan filmi izleseydim benden şu yorumu okuyacaktınız "Ulan filmde bi gazeteci var, bi de paparazzo diye bir yaka silktiren fotoğrafçı var-herhalde ismini paparazzilere gönderme olsun diye koymuşlar- habire sürtüp duruyorlar. Bu gazetecinin bunalım bir nişanlısı var, ya yemek düşünüyor ya evlilik. Adam da huylu bir şey, elden geçirmedik kadın bırakmıyor film boyunca. Filmin akışı çok bütün desen o da değil. Film boyunca birileri ya seks yapıyor ya striptiz. yani ben kavrayamadım niye bu adam 3 saat yapmış bu filmi?" Amaaaaa... Aması var işte, meğer film hiç böyle değilmiş.

Buyrun buradan yakın, hızlandırılmış la dolce vita kursu:

Bir kere sinema ilmi, tarih ilminden pek farksız değilmiş; kendi içinde değerlendirilmeliymiş. Zira la dolce vita bir 60'lar eleştirisi olarak karşımızda durmakta... Sağa giydiriyor, sola giydiriyor, yetmiyor ahlak öğretiyor. Orta sınıf bir taşra ailesinden gelen ama mensubu olmadığı halde kendini bir şekilde sosyetenin içinde bulan ve kimliğini kaybetmiş, çürümüş, yozlaşmış bir gazeteci(gerçi gazetecilerin çoğu yozlaşmış be anacım- sizi temin ederim içerden bilgi) olan Marcello baş karakterimiz ki zamanın İtalyasındaki sosyal çürümüşlüğü temsil ediyor. Adamda kimlik oturmamış zati, kaybetmesi de bu yüzden... Baba figürü özlemi içinde yaşıyor, çünkü babası o büyürken sürtmekle meşgulmüş; biraz da onun izinden gidiyor, işin psikanalatik bir tarafı var yani... Her neyse temelde bir medya ve toplum eleştirisi var. Televizyonların ilk zamanları, görünen hemen her şey kurgu... Marcello etrafında yozlaşmakta olan hayatla büyük bir uyum içinde yozlaşmakta, nişanlısı bu yozlaşmaya anlam verememekte... Zaten nişanlı, Marcellonun takıldığı kadınlara bakınca çok farklı; çok anne gibi... Marcello'ya zorla yımırta yi, kaaave iç, yok ravioli pişerem mi tadında takılıyor. Olmadı, ilgisizlikten filan çok sıkılırsa intihar teşebbüsünde bulumuyor. Marcello'da dışarıda nerede şuh kadın onu buluyor. Arada bir hatunu kıskançlık krizine sokuyor, sokmakta haklı zira o kadınlarla gidip yatıyor...

Marcello'nun yaşamından kesitler yedi gün, yedi gece ve Roma'nın yedi tepesinde çekiliyor. Filmde temelde yedi ölümcül günahın üstüne oturtulmuş zaten. Ama hangisini anladın diye sorarsanız şehveti anlamamak mümkün değil, başrolde olan Anita Ekberg değil Anita Ekberg'in memeleri. Memeleriyle Roma şehir turu yaptırıyor, gidiyor Trevi çeşmesinin içine atlıyor filan... Öfkeye örnek belki Marcello'nun nişanlısı Emma'ya gösterdiği tavır gösterilebilir, kadın onun yanında olduğu için kadın suçluymuş gibi davranıyor çoğunlukla... Kıskançlık da Emma'nın Marcello'ya gösterdiğinde gizli olabilir(Resmen zorluyorum burada bulmak için yalnız). Tembellik desen zaten filmin adı La Dolce Vita, tatlı hayat yani... Çalışmadan gününü gün ediyor Marcello. Açgözlülük ve kendini beğenmişlik, yine ve yine Marcello'ya ithaf edilebilir; daha çok kadın ve daha çok kadın isterken yanında olan kadını, hayatını vs. kendine yakıştıramıyor bir türlü... Ama oburluğu bulamadım. Şu son günah çözümlemesi bizzat bana ait olduğundan yanlış yapmış da olabilirim. Her neyse izleyin yorumuzu bekliyorum anacım, aydınlatın beni. Ben bu filmi çok anladığımı söylesem kıçımdan sallamış olurum.

En sonunu söylüyorum haberiniz olsun: Filmin sonunda Marcello bütün saflığını yitirir. Saf ve temiz bir kızcağızın-filmin bir yerinde tanışıyorlar-el sallaması ve Marcello'nun bu el sallamayı sallamamasıyla bitiyor film. Masumiyetin vedasıymış o... Ama o son bir saatte hakikaten Marcello'nun nasıl masumiyetini kaybettiğini, kimliksizliğinin farkedilmeyeceği yozlaşmış tatlı hayatı seçmesini; bağlılık, sadakat, güven, huzur gibi kavramlardan neden vazgeçtiğini adım adım anlıyorsunuz. Yanında nadir insani hallerini gördüğümüz kadın Emma'dan vazgeçiyor mesela. Film şahane filan değil bence, ama "heee" dediğim nokta burasıydı işte. Hani sembolize ettikleri bir yana, en azından Marcello'nun içinde bulunduğu durum filmin sonunda kavranabilir hale getiriliyor. Aslında bakıyorsunuz ki adamın adamlıktan çıkmasının, kendi bokunda boğulmasının sebepleri var. Ben acımadım ama filmin sonunda adama. Biraz da kendi dirayetsiziğinden o yola girdi çünkü.

Başrolde Roma var, ötesi yalan:) Marcello Mastroianni, Marcello rolünde iyi oynuyor. İnsansı hallerini ve dürtüsel yaşayan yaratıksal hallerini çok belirgin bir biçimde yansıtıyor. Anita Ekberg oynamıyor pek zaten dediğim gibi... Emma'yı oynayan Yvonne Furneaux, abartılı bence ya da Emma'yı Fellini bu kadar dramatik kılmayı tercih etmiş. Müzikler berbat bu arada, film boyunca çalan bir fon müziği var ve filmin sonunda nefret ettim kendisinden.

Ha bu arada ilginç bir anektod, yazmayı unuyordum az kalsın: Yazının başında söylediğim paparazzo isimli fotoğrafçı var ya; paparazzi kelimesi bu filmden geliyormuş. Bu filmden sonra paparazzo kılıklı, yaka silktiren fotoğrafçı arkadaşlara paparazzi denmeye başlamış.

kaşıntı

Olmaz böyle şey yoksa rüya mı? Tam blogumu düzenledim derken yıktın bütün dünyamı... Yani senin anlayacağın blogcum sorun şu ki ziptirik müzik eklentileri hiçbir ahval ve şeraitte çalışmıyorlar. Bu yüzden topunu kadırıp olmadı video haline getirip yükleyeceğim.

Epey bir zamandır izlediklerimi de yazamıyorum. Hepsini az sonra yazacağım, beynimde bir sürü şey birikti zira... Hastalığımın bir faidesi dokunsun bari, oturduğum yerde bir şeyler yapayım.

26 Eylül 2009 Cumartesi

House M.D. 6.Sezon

Nasıl anlatsam nerden başlasam... Valla biraz geç başladım yeni sezona(zira pazartesi başladı aslen) ama geç olsun güç olmasın tadında bir buçuk saat dvd-tv ikilisinden ayrılmadan bitirdim ilk iki bölümü. İlk iki bölüm halinde yayınlandı, mübarek sinema tadındaydı çünkü. Bölüm nasıldı derseniz şapşallamış durumdayım. Akıl hastahanesi, House filan iyiydi de kesin bir hinlik var bu bölümün içinde diye düşünmeden edemedim. Mesela House'ın son sahnede bindiği otobüste "Prepare for success" yazıyordu. Son sahnelerde renkler pasparlaktı yine... Var bunda bir hinlik ama dur bir dahaki bölümde anlaşılacak. Ya da sezon sonuna kadar anlaşılmayacak. Kanımca sezon sonunda House'ı bir yatağa bağlı ve bir beş senedir konuşmuyor olarak göreceğiz.

Kısaca film tadında sezonu açtı Gregory House'çuğum. Sancılı geceler filan derken vicodinden kurtuluyor. Ama bundan sonra akıl hastanesinden kurtulamıyor, zira dizimizin dinsizi Greg, imansızı da akıl hastanesinin başhekimi. Greg Greg dememin sebebi 1,5 saat boyunca çoğunlukla House'ı değil Greg'i görüyoruz. İnsan olan, acı çeken, özür dileyen, hiç olmadık yerde ağlayabilen, vicodine sarılmak yerine gidip dert anlatan... Ama bir yandan da şüphe baki. Çünkü bu kadar kolay teslim olabileceği aklıma gelmemişti. Sistemle o kadar kısa süre cebelleşiyor ki şüphe etmemek mümkün değil. Beş sezon boyunca sistemin kendisiyle birebir boğuşmuş bir insanın 1,5 saatlik bir bölümde teslim olması yeterli değil.
Hem niye kimse bu adamın ziyaretine gelmedi? Ne Cuddy, ne Wilson hatta annesi bile gelmedi... İyi de neden? Wilson'ı epi topu bir sahnede gördük. Dahası onların hayatına dair de bir şey göstermedi. Başka bölümlerde bir şekilde diğer karakterlerin hikayeleri ayrıca dönerdi. Akıl hastanesinin içinde bile içinde Greg'in olmadığı bir hikaye dönmedi.Sadece bölümün sonunda -ki o da bir yerde Greg'le bağlantılıydı- Alvie(House'ın çene ishaline yakalanmış koğuş arkadadaşı), Greg giderken arkasından bakıp bakıp sonra doktora gidip "iyileşmek istiyorum ben" diyordu. Sonrasında House'ı gösterdiklerinde de üstünde Alvie'nin tişörtü vardı.

Senarsitler sağolsun, hele bir önceki sezondan sonrai bütün seyirciyi psikopata bağlattılar. Herkes şu an hazır, House'ın aslında akıl hastanesinde bağlı bir deli olmasını bekliyor. Deli çıktığı an temin ederim sizinin hiçbir fanatiği şaşırmayacak. Çünkü o senaristlerden genele baktığında basit bölüm çıkmaz. En fazla fantastik bir bölüme gebe basit gibi görünen bir bölüm çıkar. Keza geçen sezonun sondan bir önceki bölümü. O bölüm çok sıradandı, dahası sezon finalinin de 4/5'i sıradan gitti, son 10 dkda sıçıp bıraktı. Yani kısacası kendisini House bildik, House severiz. Greg havası bizi bozar mı evet bozar. Gerçi o kadar arıza bir adamı efendi yapmak herhalde her kadının özünde var.Kadın cinsinin sorunlu adama takıntısı var ya cinsimdir bilirim diye söylemiyorum düzeltebilceklerine inandıkları için arıza adamlara aşık olduklarına inanırım. O yüzden Gregory House'ı bir anlık evinin erkeki ve kırılgan insan modeli görünce hoşuma gitmedi değil. Ancak kafasını pastalara daldıran, sahneye çıkıp rap yapan bir House nacak bir anlık hoşuma gidebiliri. Burdan kendisine sesleniyorum: House n'olur geri dön!

Ha bu arada sanılmasın ki Hugh Laurie'ye lafım var. Kendisinin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu tekrar ve tekrar söylemekten gocunmuyorum. Ortalığı yakıp yıkan, dizinin sonunda kocaman bir sırıtmayı yerleştiren o:) Kendisi aldığı ve almadığı bütün Emmylerin, Altın Kürelerin ve bilimum ödüllerin sahibidir bence. Yalvarsam sesimi duyar mısınız ey senaristler? Şu adamı bir yağmur altına sokup ıslak ve ingiliz fenomeni haline getirin nolur! Her neyse Yaradana kurban diyor ve Hugh Laurie meselesini kapatıyorum.

Eğlenceli bir House yazısı değil maalesef. Fakat ben bölümü hala düşünüyorum. İkinciye izledikten sonra bi daha oturup bir daha yazıcam.

Hanimiş: Bu arada gerizekalı bir grup jüri Emmyde House'a ödül vermediler. Esefle kınıyorum!

22 Eylül 2009 Salı

...her günüm azap olsa yine seni seveceğim...

Bunda da ne güzel tango yapılır diye düşünmeye başaldım manyak mıyım neyim:)

Arım Balım Peteğim-Nesrin Sipahi

Love in the Afternoon/Öğleden Sonra Aşk yahut Arım Balım Peteğim

Eski ve yabancı duruyor değil mi? Aslında çok tanıdık; en azından Türk filmi-severler için...Hatta o kadar tanıdık ki teplikleri bile aynı:) Hayır, insan en azından bu kadar zahmet edip yeni bir şeyler yazar yani; direk Türkçeye çevirmişler. 13 yıl arayla "Love in the Afternoon" ve "Arım Balım Peteğim" pek farklı filmler değiller. Sadece biz Türkler durumu dramatize etmeyi seviyoruz. Ya da daha doğrusunu söylemek gerekirse Amerikalılar doğum kontrol yöntemlerini etkin bir biçimde kullanıyorlar, bizse bu konudan bi'haberiz:P

Aslına bakarsanız tipik Türkan Şoray filmleri gibi bu da çok tipik bir Audrey Hepburn filmi. Gerçekte çok güzel olan Türkan Şoray'ı gerek saç kesimi gerek kıyafetleri yönünden çirkinleştirdiklerinden film, Audrey Hepburn'ün zarafetiyle film daha ilk dakikadan 1-0 öne çıktı.
Önden dedektif amcamızın yaptığı girizgahla da bir adım daha öne çıktı, zira Paris'in aşk şehri olmasıyla inceden bir dalga geçiş var. Etti mi sana 2-0. Fakat filmin hikayesi Paris'te bizimkinin hikayesi İstanbul'da geçiyor ve hiç Paris görmemiş olmakla beraber bir İstanbullu olarak kendi şehrimi kayırıyorum; sonuç 2-1[maça döndü iş ama sonunda ne olacak ben de bilmiyorum:)]. Her neyse hikaye aynı; dedektif babanın aşk meraklısı kızı ve alemin çapkın kişisine aşkı... Türkan Şoray'ı çok severim ama Audrey Hepburn bambaşka bir kadın. Havasıyla, zarafetiyle filmin büyük bir kısmını dolduruyor. Hani o kadar ki Türkan Şoray'ın bütün film boyunca şarkı söyleyerek yapmaya çalıştığı şeyi Audrey Hepburn sadece süzülerek yapıyor. Gary Cooper'a gelince... Cüneyt Arkın senelerce o rolde çok iyi durdu bence. Hala da öyle... Şık yani, üstünde çapkın adam çok güzel duruyor. Ama Gary Cooper, o kadar sene westernde oynamakla beraber, adam müthiş bir salon adamı. Başlangıçta oturmamış mı acaba dedim ama son sahnedeki o yüz ifadesini dönüp durup izliyorum. Adam resmen acı çekti o sahnede. Bir de yanında kadın olduğu halde kadın iki saniye görüş alanından çıktığı an diğer kadınları süzüşü süperdi. Lakin Gary Cooper mı Cüneyt Arkın mı diye sormayın; bilemiyorum. Cüneyt Arkın'ı hala o role yakıştırım, ama Gary Cooper daha iyi oynuyor. Hoş, herkes Cüneyt Arkın'dan daha iyi oynuyor ya:) Üstelik Gary Cooper'ı bu rolüyle Humprey Bogart'ın 1. olduğu listede(50'li-60'lı yılların aşırı karizmatik adamları listesi) 2. sıraya koyuyorum.

Bazı yönlerden bizimkilerin bazı yönlerden de orjinalinin gerçekçi olduğu yerler var. Konu dediğim gibi neredeyse aynı...Neredeyse diyorum, çünkü bizimkinde bir fazlalık var. Hadi doğum kontrol hapının 60'larda icat olunduğunu ve 70'lerde henüz Türkiye sınırları içinde bulunmadığını düşünelim. Prezarvatifin tarihine baktım az önve, varlığı milattan öncelere uzanıyor. Harun Bey, o kadar zengin, Londra senin Paris benim sürtüp duruyor; bu kadar çapkınkene geride çocuk bırakmadan yaşaması mümkün değil. Fakat Zeynep yumurtalama döneminde Harun Bey'le işi pişirerek kendini açık hedef haline getiriyor ve Harun'un tek vukaatı oluyor. Bu da filmin gidişatını direk etkiliyor. Bu orjinalde olmadığı için iki kişinin aşk hikayesine karışan baba figürü de o kadar belirgin değil. Orjinalinde kız adamın ne kadar çapkın olduğunun ve göze aldığı tehlikenin farkında. Bizim kızsa saftirik anacım. Sanki adamı aşığının kocasının tabancasından kurtarmamış gibi Harun'un son kadını olacağına inanıyor. Daha doğrusu direk söylemiyor biz öyle anlıyoruz. Zaten profesyonel çapkın Harun'da masumiyetten etkilenip geri dönmeye kalkıyor. Ha bir diğer önemli nokta da bizim kız, sevdiğiceğiyle birlikte oldu ve kirlendi(!) diye günah çıkarmak zorunda kalıyor. Nitekim Zeynep intihara teşebbüs ederek kader kurbanı olduğunu gözümüze sokuyor. Babasının namus nutkundan sonra kaçınılmaz olan bu... Arianne ise kadının cinsel devriminin henüz olmadığı yıllarda bile daha fazla ayaklarının üstünde duruyor, zira adamın ne bok olduğunu biliyor. Neyse anlatmak istediğim burası değildi aslında. Anlattım, çünkü iki kadının duruşları filmlerin gidişini belirliyor. Bizim versiyonda farklı olarak bir adet erkek çocuğu var; üstelik Harun kendi oğlu olduğunu bilmeden sulu domates püresi(kan) vererek çocuğunu kurtarıyor:) En nihayetinde mutlu son her iki filmde de... Audrey Hepburn'ün ağlayarak trenin ardından koşarken "I will be o'right" demesi ve sonrasınsa Gary Cooper'ın mükemmel bir surat ifadesini takiben onu kucaklayıp trene alması için bile film izlenebilir[filmin sonunu söyledim:)] Fakat anlamadığım mesele Ariane'in yani Audrey Hepburn'ün film boyunca-adamın onu kucaklayıp trene aldığı sahnede bile "Mr.Flannagan" demesi tuhafıma gitti. Ulan sevgilin be!Geçici olsa da bir şeyler yaşıyorsun! Ay her şeyi bırak adam hareket eden trende kucaklayıp seni trene almış hala mister diyosun! Bak, bizimki taklit ama en azından Harun diyor Zeynep, yani Türkan Şoray. İnsan Frank filan der, dimi? Yok anam, Frank Flannagan, Ariane'in ismini bilmediğinden sanırım hep Mr. Flannagan olarak kalıyor. Ha bu arada bizim versiyondaki "Öyleyse sizi hep arım, balım, peteğim diye hatırlayacağım." geyiği yok mesela, bizim senarist yaratıcılığını konuşturmuş:) Ha hoşuma gidiyor o ayrı:) Ariane Chavasse film boyunca "thin girl, the girl in the afternoon, adolph" gibi isimlerle anılıyor. Bir de beni film boyunca neredeyse hiç Fransızca konuşulmaması çok rahatsız etti ki Fransızlar dil konusunda oldukça muhafazakardır. Kız Fransız, dedektif baba Fransız, kızı seven çocuk da Fransız ama otel çalışanlarının ara sıra hoşluk olsun diye konuşmaları dışında Fransızca konuşma yok. Bu dikkatsizliğe rağmen filmde çok başka bir şeye dikkat edilmiş ki hakikaten bunu unutturdu. Normal hayatımda keman öğrenmeye çalışıyorum diye değil, ensturmanların dizi veya filmlerde rastgele çalınmasına sinir oluyorum. Yaylılarda daha çok dikkat çekiyor, ama genellikle diğer ensturmanlara da dikkat ederim. Her iki filmde de çapkın aşığı hamamda(amerika versiyonunda da türk hamamı var:))bile takip eden müzisyenler orjinalinde gerçekten çalıyorlar. Keman yayına 80 saniyede devri alem yaptırmıyorlar. Bu arada Ariane çelist bir kızımız. Audrey Hepburn'ün bugüne kadar çello çaldığını duymamıştım ama Ariane karakterini oynarken vibratoları doğru yerde yapıyor. Buna dikkat eden yönetmene kurban! Dil hatasını affettim gitti:P

Bizim verisyonun "Arım Balım Peteğim" şarkısı gibi orjinalde de orkestra paso "Fascination" çalıyor. Güzel şarkı, ama bizimkinin yerini tutamaz hıh! Belki de film boyunca Fascination'ın sözleri hç geçmediği içindir, halbuki duruma alakalı hoş sözleri var. Bir de ne bileyim bizim film daha sıcak, kopuk bir senaryoyla olsa bile... Orjinali resmen soğuk. Film bir Sabrina, bir Tiffany's de Kahvaltı gibi içine almıyor.

Hesaplamadım ama skor sanırım berabere, uzatmalara gidersem bu yazının uzunluğu dünyayı iki kere dolanır:)

19 Eylül 2009 Cumartesi

Film müziği

Eheheh şimdilik zafer benim sanırım:) Bakalım diğerlerine eklemeyi becerebilecek miyim)

French Kiss/Fransız Öpücüğü


La Vie En Rose-Louis Armstrong

13 Eylül 2009 Pazar

Kavak Yelleri

Dizinin önümüzdeki sezon gidişatı daha sezonun ilk bölümünden belli oldu sanki. Ahanda buraya yazıyorum(bu laf hiç bu kadar gerçekçi olmamıştı) o Efe geri döner. Damdan düşer gibi mi oldu ne?

Neyse baştan alayım efenim. Kavak Yelleri sezonun ilk bölümüyle açtı mevsimi bu akşam malumunuz. İlk bölüm bir bakayım, ne olmuş ne bitmiş, kim kimi ne etmiş anafikirleriyle izledim. Bir kere ilk bölümden bir kanırttılar. Aradan üç sene geçmiş(ben ilk başladığında beş diye sallamıştım), herkes kendi yoluna dağılmış, kızlar yaşlı gözükmek için saçları kestirmiş(gerçi Aslı Enver'e de Ceren Moray'a da yakışmış), bu arada Aslı kendini anlamsız ilişkilere vurmuş falan filan. Ama beni kafadan kopartan dizinin ilk sahnesi oldu. Bir sahil(sağdan soldan dizinin gençleri hatta efe fırlayacak diye bakıyorum), millet güneşleniyor (ben hala efe bekliyorum), çocuklar kumdan kaleler yapıyor(efenin diziden ayrıldığını hatırlıyor ve denizi beklemeye başlıyorum), insanlar deniz-kum-güneş üçlüsünün tadını çıkarıyor(hala deniz gelecek diye beklemekle beraber atakan gelse diye umuyorum). Ama o da ne? Kamera birden bire suya doğru dönüyor ve içinden Bond, James Bondmuşçasına çıplak ve ıslak Sarp Apak çıkıyor. Sanırım bu tip sahneler için kas çalışılmış. Ay o sahneyi bulup koyucam buraya bir ara:) Bunu çekenler Sarp Apak'ı ne zannetti acaba:D Islak ve İngiliz fenomeninden sonra(araştırma aşamasında olan bir tezim var bu konu hakkında), çıplak ve Türk fenomenine doğru yol alıyoruz(Kıvanç Tatlıtuğ'da bol bol görebilirsiniz bu olayı. Kıvanç'ı o kadar çok gösterdiler ki Sarp filan kesmiyor artık bizi:P). Neyse sonuç itibarıyla bölüm Aslı'nın zıpkınla Sarp Apak'ı(henüz karakterinin gerçek ismine vakıf olamadık, dolandırıcı da kendisi) vurmasıyla bitti. Buradan anlıyoruz ki kendisi Aslı'nın müstakbel mercimeği. Amaaaaa.... Geçmişe şöyle bir döndüklerinde gördük ki geçen sezon sonundaki kazada Efe'nin öldüğüne dair kesin bir bilgi yok. Efe'nin vücudu bulunamıyor. Bunlar da öldü kabul ediyorlar. işin tuhaf tarafı Dağhan Külegeç ufak ufak şaibeli konuşmaya başladı. Bana kalırsa geçici bir sepetlenme söz konusu. Bu adam geri döner mi döner. Üstelik tam da Aslı'yla müstakbel mercimeğinin fırınlanma zamanında ve üç senelik bir hafıza kaybından sonra. Ha sonra ne olur? Kavak Yelleri gibi gudik bir dizi de her şey olabilir. Bu ne perhiz bu be lahana turşusu? Ben dizi izlemeden durabilen bir bünye değilim. İyi olur kötü olur diziyi seyrettiren bir şey mutlaka bulunur. Hem de benim gibi kronik bağımlılara... Mesela Atakan'la Halil'in yemek aşkı geçen sezon diziyi izlettiren şeydi:) Sarp Apak, bir şekilde gidiyordu Avrupa Yakası'na ama buraya oturtamadım henüz. Üstelik Dağhan Külegeç gibi -nasıl anlatsam- rolü sanki onun özelliklerine has biçilmiş birinden sonra ve onun yerine. Çünkü zamanında en güzel ve orjinal diyaloglar Efe için yazıldı. Bunun üstüne Sarp Apak ne yapabilir bilmiyorum. Ama bu dizi yine de izlenir.