31 Ağustos 2009 Pazartesi

televizyon hafızası

canan okulu bitirememiş bir türlü, yarın maaşsız iş var güç var, ev tadilat ayağına almış başını gidiyor, zilyon zamandır arkadaşlarımı arayamıyorum bile, vefasız oldum çıktım ama gece yarısı zihnimi deşen bir meraka dur diyemedim. kanal dnin tanıtım videoları gözüne çarpan var mı? hani her sene başka bir şey yapıyorlar... merakı sınır tanımaz gazeteci(!) canan oturdu üşenmedi araştırdı ve 4 senenin tanıtım filmilerini buldu. bu sene tema orkestraydı. cümbür cemaat türk marşını yorumladırlar ama tabii ki kimse ensturman nasıl çalınır göstermemiş oyunculara. hele o kemanlar almış başını gidiyor. her neyse benim favorim kanal d hazırlık kampı. izlerseniz özellikle pakize suda-müge anlı(tee magazinci olduğu zamanlar) kısmına dikkat etmenizi öneririm, talat bulutla pakize suda diyoloğuna her seferinde kopuyorum. kadın doğal yetenek:) bir de 2006-2007 döneminin kanal d mutfak temalı reklamı var, o da orkestradan iyi...galiba içlerinde en berbatı orkestra. çünkü geçen senekinde kanal dnin dizi, show elemanları değil ayşe teyze, fatma amca tadında bir filmi var ki o da gayet eğlenceli. ha bir de bunların en eskisi toplaşıp şarkı söyledikleri vardı, onu bulamadım. "sabahlarııııım gecem hayalleriiiiim eğlencem her yeni rüyaaa kanal deeeee" diye bir şarkısı vardı. 2008-2009 yeni yayın dönemininkileri de 1. bölüm, 2.bölüm, 3. bölümde olarak izleyebilirsiniz. ünlü şahsiyet getiremedik diye 3 bölüm çektiler sanırım.

otu boku unuturum ama iş televizyona gelince korkunç bir hafızam var. bana senelerce tv gayd demelerine şaşmamalı.

evet, merak etmiş olan varsa ahanda gazetecilik görevimi icra ettim:)

29 Ağustos 2009 Cumartesi

La Môme/Kaldırım Serçesi

non, rien de rien,
non, je ne regrette rien,
ni le bien qu'on m'a fait, ni le mal,
tout ça m'est bien égal.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien.
c'est payé, balayé, oublié.
je me fous du passé.

avec mes souvenirs,
j'ai allumé le feu.
mes chagrins, mes plaisirs,
je n'ai plus besoin d'eux.
balayés mes amours
avec leurs trémolos,
balayés pour toujours :
je repars à zéro.

non, rien de rien,
non, je ne regrette rien,
ni le bien qu'on m'a fait, ni le mal,
tout ça m'est bien égal.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien
car ma vie,
car mes joies,
aujourd'hui,
ça commence avec toi...
**********

hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
bana yapılmış iyilikler ve kötülüklerin
hepsi aynı bana
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
ödendi, süpürüldü, unutuldu.
geçmişten bana ne!

anılarımı yaktım gitti
artık acı ve zevklerime ihtiyacım yok
aşklarımı tremololarıyla beraber süpürüp attım
sonsuza kadar sildim: elde var sıfır.

hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
bana yapılmış iyilikler ve kötülüklerin
hepsi aynı bana
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
çünkü yaşamım,
çünkü zevklerim
seninle başlıyor bugün.

Filmi yazmaya oturdum ama beynimde hala bu şarkı dönüp duruyor ve ben filmin etkisinden hala kurtulamadım. Geçtim filmi, görsel sanatların her ürününe ağlama potasiyeli taşıyan biriyim. Sinema olsun, reklam olsun, dizi olsun... Ağlamak bir yana içimi bu kadar titretmemişti uzun zamandır bir film. O kadar ki iki saattir yazdığım hiçbir şeyi beğenmeyip silip silip yeniden yazıyorum.
Sadece Edith Piaf'ın hayatını anlatıyor desem çok boş olacak. Aslında evet, sadece bu diğer yandan da; Edith Piaf'ın hayatını anlatıyor. Ama ne hayat... 3 yaşında şarkıcı olmak için terkeden annesi gittikten sonra şekillenen yaşamı hiç kolay olmamış- ki beklenemezdi zaten. Film kronolojik sırayla akmıyor, ama çok da karışık değil. Neyi neden yaptığını anlamak mümkün. Ne bileyim belki dümdüz bir film olsaydı muhtemelen şımarık kadının tekiymiş damgası yerdi, ama kızmak mümkün değil. Anlatıp içine sıçmayacağım filmin, çünkü çoğu ilginç nokta filmin sonunda. Ama kadına kızamadım resmen. Yaşadığı acılar, pişmanlıklar, aşırı sevinçler belki de aşırı hüzünler... Edith Piaf'ı, Edith Piaf yapan her şey sanki canlanmış ve tekrar yaşanıyor. Benim doğumumdan çok önce şarkılar söylemiş bir kadının sadece şarkılarına bakarak ne yaşadığını anlamak mümkün değilmiş. Evet, Non Je Ne Regrette Rien'i çok içten söylediğini düşünmüştüm hep, ama onun hayatına bu kadar uyduğunu hiç düşünmemiştim. Aslında filmde, bu şarkı sahnenin üstünde çalmaya başladığı ve altyazıda sözleri akmaya başladığı andan itibaren ürperme aldı beni. Zaten filmde sürekli ürperdim ve içim titredi. Çok sık olan bir şey değil bu. Hani kan gövdeyi götürdüğünde tüylerin ürpermesi gibi bir şey değil bu. Bu yüzden şarkı hala beynimde dönüp duruyor.Acı bir tezat bu aslında, elde sıfır yok çünkü elde acı var ve bu acıya rağmen hiçbir şeye pişman olmamak... Hayatının aşkını, çocuğunu ve daha bir sürü şeyini kaybetmek ve pişman olmamak... Gerçekten pişman olmuyor, ama pişman olmayışına da kızamıyorsunuz bir türlü.
Edith Piaf'ın annesinin terkedişinden sonra babaannesinin genelevinden sokaklara ve sonra şöhrete uzanan yaşamı değişik bir zaman akışıyla gidiyor. Yorucu bir zaman akışı değil. Ama film oldukça uzun, 2 buçuk saate yakın sürüyor. Gerçi beni sıktığını söyleyemem, kanımca kararında bir süresi var. Daha uzunu sıkardı, daha kısası anlatmak istediğini anlatamazdı. Filmi seyretmeden önde beyazperde.com da bir eleştiri okudum. O eleştirinin bir yerinde "antolojilere geçecek ölçüde etkileyici bir plan-sekans" diye bir cümle var. Plan-sekansta kesintisiz tek çekimden oluşan sahneymiş. Bende kara cahil insan herhalde kamerayı kıpırdatmıyorlar o diyorum kendi kendime. Eğer filmi izlerseniz o sahne için ahanda bu sahne demek mümkün:) Oha çektim sahneyi izledikten sonra. Kadın zaten Oscar aldı o sene bu rolüyle, ama o sahneyle ayrı bir Oscar'ı hak ediyor. Filmi mükemmel yapan zaman akışının iyi kullanılması kadar Marion Cotillard'ın Edith Piaf'ı oynuyor olması... Zaten Marion değil ordaki Edith:) Oscar komitesiyle pek aynı fikirde olmuyoruz ama bu sefer olduk sanırım:) O sene büyük ödüllerin tamamını süpürdü sildi. Bir Fransız olması, yıllar önce şarkı söylemesi, bambaşka bir dünyada yaşamış olması, zekasının başka türlü işlemiş olması Edith Piaf'ı benden uzak kılmadı ve bence sebebi Marion Cottilard'ın oyunculuğu...Diğer oyuncularda oldukça iyiydi, Marc Barbé diye bir adam var ve karizmasıyla dağıtıyor filmi:) Edith Piaf'ın boksör sevgilisi Marcel Cerdan rolündeki Jean Pierre Martins bence filmin en donuk oyuncusuydu. Ya da şöyle diyeyim: Film direk olarak Edith Piaf'ın gözünden anlatılmıyor ama Edith'in çerçevesini görmeye alışıyorsunuz. Ben Edith'in hayatının aşkını görmeyi bekliyordum, Edith'in gördüğü parıltıyı görmek isterdim sadece.
Fotoğrafımsı bir güzelliği vardı filmin ayrıca çoğu yerde. Işığın kullanım açılarını sevdim. Genelde kamereda da rahasız edici bir taraf yoktu. Sanatsal ve akışkandı görüntüler, abartıyor muyum bilmiyorum ama sevdim galiba...Müzik direktörünü kınıyorum ama! Sous Le Ciel de Paris filmde yoktu ki bence o şarkıyı en güzel Edith Piaf söyler. Ayrıca La Vie En Rose'un ingilizcesi vardı filmde, manyak mısınız ya!

Ay benden bu kadar a dostlar. Aslında bugün Paris Je T'aime'i seyredecektim, hatta başladım da...Ama anladım ki orjinal dili kadar zevk vermeycek, maksimum haz için orjinal dillisini indirmeye başladım. Film hedonistiyim anasını satayım:)

Non, Je Ne Regrette Rien-Edith Piaf

27 Ağustos 2009 Perşembe

Ömre Bedel


Foxta yeni dizi başladı:Ömre Bedel. Töre ile ilgili klasik bir muhabbeti var. Murat Han'la Begüm Bingören oynuyor. Bu kadarını anladım ama pek bir şeye benzemeyen söz konusu dizide Mehmet Ali Nuroğlu'nun ne işi var diye de sormadan edemedim. Asıl mesele başka ama. Murat Han'ın oynadığı başrol tipi, Türk dizi ve sinema tarihinin en psikopat cümlesine imza attı:

-Her gece kocanın yanında uyuyacak, her sabah onun yanında uyanacaksın. Ama içinde benim tohumumu taşıyacaksın!!

Öeh tarla mı sandım koçum sen bacıyı! Ama Türk dizisi anacım; kız kesin hamile kalacak, sonrada gidip Murat Han'a aşık olacak. Aşk her şeyi affeder mi diye sormuşlar tanıtımda...Kesin affeder, Türk dizisi ne de olsa. Olan Mehmet Ali'nin oyunculuk kariyerine oldu, yazık.

25 Ağustos 2009 Salı

Goong aşkına...

Olaya bak lan kendim yapıyorum, sonra da kendim kızıyorum. Arşivimde(evet böyle bir hastalık sirayet etti, arşiv yapıcam diye paralanıyorum.) Goong'un yani Düşlerimin Prensi'nin iki bölümü eksik diye dün geceden beri neti talan ettim. Ama elime geçen şu an sadece TRT'nin dublajlı bölümleri, kenarından bakayım dedim, ama dublajları bir acayip. Ya da ben kore tonlamasına alıştım. Ne lan majeste majeste, pigunmama işte! Direk karşılığı bu değil ki... Veliaht prensin karısına hitapta kullanılan ünvan! Krala da majeste, kraliçeye de majeste, kralın anasına da majeste... Alışmışım bluya demek gibi oldu bu, alışmışım koreceye:P

23 Ağustos 2009 Pazar

Harry Potter and the Order of Phoenix/Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı

Bu filmi izleyeceğim diye paralandım resmen bugün. Hiç izlemek aklımda yoktu, üstelik ben mi çektim filmi onu bile hatırlamıyorum. Çektiysem bile memo için çekmişimdir muhakkak.

Hariciyi karıştırırken bunun altyazısı olmadığını gördüm, dakikalarca altyazı aradım. Baktım olmuyor hiçbiri, yakın olan bir tanesini senkronlayayım diye 2 saat uğraştım(abartı değil, işim gücüm yokmuş gibi harbiden iki saat uğraştım). Sonra fenalık geldi bırakıp ingilizce izleyeyim dedim ama anlamadığım yerler çıkınca senkronlayamadığım altyazıyı not defterinde açıp yandan anlamadığıma baka küçük ekran izledim. Niye bu çaba, sanki oscarlık film izliyormuş gibi anlayamadım ama...

Film boktan br uyarlama. Özeti bu yani. Hikaye zaten biliniyor diye mi yaptılar bunu bilmiyorum ama kitabın konusuna vakıf olmayan biri hö diyebilir. Her ne kadar devam filmi olsa da ve öncesinden destek alıyor olsa da bu kadar kopuk ilerlemesi gerekmiyor. Sahneler güzel, ışık güzel, oyuncular zaten alemin en kaliteli oyuncuları; senarist sıçmış direk olaya... Ya da bir rivayete göre Rowling çok müdahele ettiğinden oluyor bunlar.

Filmin hikayesi malum, Harry Potter. Harry Potter diyince çocuk filmi olarak anlaşılmasın tabii. Bu filmler ilk başladığında takip eden 7-16 yaş kitlesi vardı. Kitapları okudular, filmleri takip ettiler... O takip eden ahaliyle Harry Potter'ın oyuncuları beraber büyüdüler gibi bir şey. İlk fildeki Daniel Radcliffle son fildekini ahanda altta yan yana koyuyorum.



Ben de buna benzer bir değişim geçirdim Harry Potter filmleri süregiderken ama tabii ki kendi karşılaştırmalı hallerimi koynuyorum:) Bir benzer karşılaştırma da Robert Pattinson için var elbette. Zira bir önceki Harry Potter'da Cedric Diggory'i oynuyordu, şimdi alemin en karizmatik vampiri...Ama fark bu kadar çarpıcı değil, o yüzden tercih etmedim. Kısacası aslında Harry Potter film olarak çıktığı ilk zamanlardaki kitleyi aldı, taşıdı ve şimdi o yaş grububa film yapıyor aslında. Film karanlık bir film. Hem ışık olarak hem hikaye olarak. Çünkü insanın sadece iyi ya da kötü olmadığını anlatan bir hikayesi var bu filmin(anlatmayı becerebildiğini söylersem yalan olur). İçinde ikisi de var ve sen hangisini seçersen osun. Ama film bunu anlatmayı pek becermiyor. Uyarlandığı kitap 5.kitap ki Harry Potter'ın aslında insan olduğu kitaptır. Harry, kitapta gerçek acı, saf aşk, ergenlik sancısı, kızgınlık, pişmanlık, kırgınlık hayata dair kavramları oturtma çabası ve daha bir sürü duygu içinde gidip geliyor. Kullanabilmelilerdi bunu. Ama dayamışlar görsel efekti, başka bir hikaye yok ortalıkta. Ara ara güzel sahneler var o kadar. Harry'nin bütün yaz neden yalnız kaldığını, Dumbledore'a neden kızdığı ve kızması gerektiğini, Sirius ölünce çektiği acıyı anlatan hiçbir şey yok. Bir-iki sahne bir şeyler anlatıyorlar ve duygu örgüsü tak diye kopuyor. Kardeşim senaryosunu bana emanet etmelilerdi bu filmin, ben daha iyi yazrdım:P

Efektler bütün Harry Potterların en iyisi. Özellikle Bakanlıktaki savaş sahnesi güzel olmuş. Bir tek dev bir acayip gözüktü gözüme onun dışında gayet iyiydi. Işık, ışık diyip duruyorum ama ışık kullanımı çok güzeldi be!

Oyunculukları uzun uzun anlatmaya gerek yok. %90'ının İngilizlerin oluşturuduğu baba bir film kadrosu var. Severus Snape manyaklığımın sebebi biraz da rolü oynayan Alan Rickman'dır mesela. Kurban olduğum insan, iyi kötü her rolü süper mi oynar insan! Keşke kitapta uzun uzadıya anlatılan o Snape'in okuldaki haline James Potter ve Sirius Black'in yaptığı işkneceyi kesmeselerdi. Kitaptaki olay örgüsünde yeri büyüktü o olayın. Sirius Black öldüğünden bir sonraki filme Gary Olman yok, ama yerine Bellatrix rolünde Helena Bonham Carter geldi. Pek gözükmedi bu filmde kendisi, gözüktüğü yerlerde döktürdü, bir sonraki filmde daha da döktürecek bekliyorum. Seçki yaparak sunmak gerekirse filmde Emma Thompson, Maggie Smith, Ralph Fiennes ve tiyatrocuların ağırlıkta olduğu daha bir sürü baba oyuncu oynuyor. Genç oyuncuları saymıyorum, pişme yolunda ilerlemekteler. Ama Ginny'i oynayan Bonnie Wrigth bir dahaki filmde nasıl oynayacak merak ediyorum. Rolü bir dahakine daha fazla olmalı... En azından kitapta öyleydi. Ha bir de daha önceden seyredip seyretmediğimi hatırlamadığım ama bu filmde hayran kaldığım biri var. Dolores Umbridge rolündeki Imelda Staunton! Psikopat kadın, nasıl bir sinir etti beni filmde. Öbür filmde muhtemelen çok fazla rolü olmayacak. Arada belki bir iki sahne, tüh be! Ha bir de Harry Potter ve ekürileri var. İçlerinden en iyisi Emma Watson, o kız bence gelecek vaadediyor. Neyse kısaca oyuncular iyi, görüntü güzel ama berbat bir uyarlama.

Hanimiş: Oyunculukları uzun uzun anlatmaya gerek yok diyip en uzun orayı anlatmışım :D

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Antique Bakery/Antik Fırın



Çok mu tırt çevirdim adını emin değilim. Zira bizim anladığımız anlamda fırın değil, bildiğiniz pastahanede geçiyor film.

Köprüden önce son çıkış: Filmi ha buradan izleyebilirsiniz. İzleyecekseniz naçizane tavsiyem yanınıza pasta neyim alın. Hiç olmadı şahsen yamacımda olsaydı topkek bi'dolu bile keserdi beni, o derece yani...

Lafea ve Ofori'nin bloglarının hastasıyım, büyük bir iştahla da okuyorum. Özellikle Oforinin yorumları(ilk düşlerimin prensini izlerken kendisinin blogunu keşfetmiş idim) sağolsun beni kore televizyon ve sinema dünyasına bağlamışığı vardır. Neyse "anılar ah anılar" diye buraya nokta koyuyor ve filme geçiyorum.

İnternetten çok film seyretmem genellikle indiriyorum görüntü kalitesi açısından ama bunu bulduramadığımdan seyretmek durumunda kaldım. Hani görüntüsü kalitesi şart olan filmlerden. Zira her yerden rengarenk pastalar fışkırıyor:) İsminden de anlaşılacağı üzere hikayenin ortak noktası bir pasta dünyası. Pastahane ya da fırın demek hakaretmiş gibi geldi çünkü sadece pasta yapılan küçücük bir mekan düşünün. İsimlerini bile söyleyemediğiniz bir ton pasta arasında dört tane adam... Dördü de eğleniyor gibi gözükürken aslında çok farklı dertleri var.




Filmi ilk izlemeye başladığımda "sıçtık abi , gey filmi" diye tepki verdim açıkçası. Homofobik değilim, ama en son izlediğim gey filmi ki Pedro Almodovar'ın La Ley Del Deseo/Arzunun Kanunu oldukça sert bir filmdi. Bir-iki sene önce olsa gerek, film festivalinde, benim her zaman ki gibi doğaçlama bilet aldığım("Aaa Almodovarmış, alayım lan yönetmeni ünlü seyretmek lazım" şeklinde gişede karar verilen bir doğaçlama-her sene kitapçığı boşuna alıyorum a.q.) filmlerden biriydi. Sinema salonundan çıkmayacağım diye kendimle savaştım resmen. Film çok güçlü, ama sert; yıkıp geçiyor. Her neyse anafikir şu: Antique Bakery'i de bu tip bir gey filmi sanmak yanlışmış. Film sert değilse de gayet duygusal, çünkü karakterlerin kendi içlerinde fırtınalı bir duygusallıkları var.


Esas adamımızın yaptığı şeylerin çoğunun sebebini filmin sonuna kadar pek anlayamıyorsunuz. Küçüklüğünde pasta manyağı biri tarafından kaçırılmış ve olan biten şeylere dair hiçbir şey hatırlamıyor. Hatırladığı tek şey adamın onu sürekli pastalarla beslediği. Bu yüzden sonrasında pasta yiyemez olmuş, yediği anda geri çıkartıyor, nefreti o derece... Olan biteni sürekli içine atmış, kimse üzülüp kırılmasın diye. Yaşadığı ne varsa kilitlemiş ve kilidi yutmuş(filmde böyle anlatılıyor hakikaten). Dıştan bakıldığında havalı, zengin, kibar, eğlenceli ve mutlu bir adam, ama biraz yakınlaşınca gördüğü kabuslardan geceleri çığlık atarak uyanan biri. Korkusuyla yüzleşmek, belki onu kaçıranı bulmak için bir pastahane açıyor. Açtığı pastahaneye pasta şefi olarak ülkenin en iyi pastacısı Soon Woo başvuruyor. Adam yetenekli de hiçbir yerde tutunamamış. Sebep: Şeytani gey cazibesi:) Adam gittiği her yerde evli barklı adamları peşinden koşturup düzenleri altüst edince tutunamaz olmuş. Kadınlardan da korkuyor kendisi bu arada. Ha bir de patrona hasta. Sonrasında tesadüf eseri eski bir boksa şampiyonu olan biri garsonluk içn başvuruyor. Daha doğrusu şefin ayaklarına kapanıp sanatını ona öğretmesi için yalvarıyor. Eiji Kanda, şefin ne geyliğine ne şeytani gey cazibesine aldırıyor. Tek derdi pasta yapmayı öğrenmek ve ustasına saygısı sonsuz. Son karakter de patronun annesinin eski hizmetçisinin oğlu, Chikage. Annesi genç yaşt ölünce patronun ailesi büyütmüş. Kardeş gibi büyükdükleri bir tarafları var patronla ikisinin. Saftirik, ama vefa duygusu sonsuz, bu hisle patron kovsa da gitmiyor. Işık gözlerini rahatsız ettiği için gece gündüz güneş gözlüğü takıyor. Bu dördünün dışında pasta şefinin bir de Fransız kırığı var. Bayağı bir gözüküyor aslında konuk oyuncu demek ne kadar doğru bilmiyorum, işleri şef için sarpa sardırıyor. Biraz sorunlu, şefin kendisini istemediği anlarda arıza çıkarmaya meyilli. Neyse Fransızı anlatırsam daha hikayenin içine giricem.


Filmdeki karakterlerin yaptıkları şeylerin hepsi filmin sonunda oturuyor. Nasıl anlatsam, ayrıntı gibi gözüken şeyler aslında derin bir geçmişin ürünü... Daha ilk sahnelerde anlatılan bir şey var, patronla şef aynı lisedenler. Son Woo yani şef lisedeyken ona ilanı aşk ediyor ve "pis homo" hakaretleri eşliğinde suratına pasta yiyor. Adamın tek hezimeti bu, onun dışında baştan çıkaramadığı erkek olmamış, 0 başarısızlık:) Ama şef kendisini zaman içinde unutsa da patron bunu hiç unutmuyor. Ve bütün olan bitenin bir sebebi var; o pastayı çarpmasının, hakaret etmesinin... Neyi neden yaptıklarının geçmişte bir anlamı, bir temeli var. Yaptıkları çoğu şeye "ha bundanmış" demek mümkün. Ana karakterlerin hepsinde de bu var. Belki de filmin beni vuran noktası da bu oldu. Yaptıkları her şeyin altında geçmişte olan bir şeyin olması... Film eğilenceli, hikaye eğlencenin içinde çok dağılmıyor. Oyunculuklar da fena değil açıkçası. Patronu oynayan Ju Ji Hoon'u Goong'taki kıl prens rolünde gördükten sonra değişik geldi, başlangıçta tanıyamadım bile... Ama kıl prens rolünden daha iyi oturmuş rolüne. Kim Jae Wook şef rolünde iyiydi de neresi şeytani cazibaye sahipti bilemiyorum. Hani böyle baştan çıkarıcı bir tarafı yoktu. Ama Fransız sevgilisi taştı vallaha:) Üstelik söz konusu fransız sevgili psikopat aşık rolünü sğper oynuyordu. Diğer rollerdekiler de fena değildi. Asıl görüntü ve sanat yönetmenlerini kutlamak istiyorum; sahnelerin estetiği şahaneydi. Ah bir de daha kaliteli izleseydim. İnternetten izleyince eksik kalıyor film.

Filmi tek rahatsız eden yanı, niyeyse müşterilerin hiçbiri pastaya para öderken görülmüyor. Sadece tek bir yerde, o da kızgın olduğunu belirtmek için... Özellikle mi yapmışlar bu para ödememe işini gözden mi kaçırmışlar bilemedim. Bir de animesi mi managası mı ne varmış, ona da bir bakayım.

21 Ağustos 2009 Cuma

dikkat kızlar için!

kız filmi etiketi işlevsel geldi diye ekleyeyim dedim, hani kızlarla alakalı ne varsa. anam cinsiyetim seçimlerimde ne kadar baskınmış meğersem! %90'ına kız filmi ibaresi koydum:)

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Yiğit Özşener


Anam anam ne yazmışım bea! Biri beni durdursun diyeceğim ama niye durdursun ki? Blog bu günler içindir:) Bir yazıya iki Yiğit Özşener çok diyip koymadım fotoğrafın birini ama dayanamadım lan bunu da koyacağım.

Dudaktan Kalbe

Serde televizyon manyaklığı olmaya görsün, aylar önce bitmiş dizinin son bölümü izlenebiliyor. Dudaktan Kalbe'yi bir süre eleştire eleştire izledim. Sonra bıraktım. Annemle de bırakmadığı diziyi için dalga geçip durdum:) Lamia zırıl zırıl ağlar, Kenan paso acıklı acıklı bakar,aynı şeyler olup duruyor. Galiba daha önce yazmış idim diğer blogda, ama o Cemil var ya Cemil...Dizinin kötü adamı göya. Sanırım zavallı senaristler reklamverenlerin zevksizliğine kurban gidp Lamia ve Hüseyin Kenan'a gözyaşı sıçmaya zorladılar. Bunlarda maharetlerini Cemil'de gösterdiler. Yiğit Özşener'in de hakkını yemeyeyim şimdi Cemil karakterinin içine mükemmel oturdu. Şeyma hocamın kulakları çınlasın, adam tip değil karakter! Lamia tip, Hüseyin Kenan tip ama Cemil içi dolu bir karakterdi hep...Halasının oğlunu kıskanan, onun kadar popüler olabilmek için her şeyi yapan, gerekirse kötü olabilen biri...Hatta o kadar kötü ki kuzeninin sevdiceğini elinden almış ve evlenmiş. Gerçi Cemil almış demek yanlış olur, Kenan'ın salaklaığını değerlendirmiş. Ne bileyim daha bir sürü şey...Ama kötülüğünü sadece özgüvensiz bir çocuk oluşundan yapıyor. Kimse tarafından çok sevilmemiş, itilmiş kakılmış, ilgi görmemiş, bir kenara itilen bir çocuk olduğunu hissediyorsunuz.( Yok abi senaristlerden vazgeçtim, bu işlerden anlamam ama Yiğit Özşener dışında o rolü kaldıracak kim var? Şu an benim aklıma gelmiyor.)Her neyse sonuç itibarıyla kötü adam aşkına dizi seyretmek işte bu. Eh Cemil düştü aklıma, oturdum Dudaktan Kalbe'nin hazirandaki final bölümünü izledim.

Hayır, final yapıyorsunuz bari düzgün yapın değil mi? "Sevgi emekmiş" lafını vakti zamanında Türkan Şoray'dan o kadar çok dinledik ki beynimize onun ağlamaklı sesi yerleşti. Aslı Tandoğan'dan kesmedi valla. Her neyse sonuç şu ki final ya herkes melek kesildi bir anda. Lamia'ya eziyet eden amca ve yenge, Paşa'nın kahya kadını Macide, Paşa'nın ta kendisi, Nimet, deli Makbule, Lamia'nın ismini bilmediğim eski psikopat nişanlısı ve bi sürüsü daha...Bir Cavidan bir de ona aşık biri var(Nimet'in eski çıkıntısı) öyle olduğu gibi burunlarının üstünde bok varmış gibi durmaya devam ettiler; ha bir de Hüseyin Kenan'ın kardeşi Afife... Yalnız bütün bu isimleri bir yerden destek almadan yazıyorum işin tuhafı. Vay anasını sayın seyirciler bir süre izledim ama yer etmiş resmen:D O kadar da küçümsemesem mi diziyi ne:P
En nihayetinde bir s...me sürülecek yanı yoktu son bölümün, Cemil hariç tabii ki... Rahmetli karısı Leyla'nın(Kenan'ın eski sevdiceği) mezarının başında konuşurken adamın değişiminin diğer tiplere göre mantık değişiminde ilerlediğini görüyorsunuz. Ne bileyim Lamia'yı sevdiğini ve o sevmedikçe onu istemeyeceğini filan...Bu boktan dizide Yiğit Özşener bir elmastı, nispeten karakterli de çizdiler yolunu, şanslıydı. Neyse son bölümde bol bol Fadik Sevin Atasoy yani Leyla gözüküyor anılardan kesit ve hayalet olarak. Hatta bölümüm sonunda bir de şarkı söylüyor. Daha önce duymamıştım ama şarkı güzelmiş. Burak Hakkı'ya değinmeden geçmeyeyim rezil oynuyor ama şahane poz veriyor:) Leyla şarkı söylerken dokunup geçtiği fototğrafalar güzeldi. Bence asıl hikaye bundan sonra başlıyordu; yani Hüseyin Kenan'ın intiharı öncelikle Cemil ve Lamia için tramvatik olacaktı. Bunun ailelerine yansımaları, Melek yani Lamia'yla Kenan'ın kızının üzerindeki etkisi, bir gecede mutluluğun dorukalrın suçluluk duygusunun dipsiz kuyularına düşmeleri hikayesi çok daha dolu olurdu bence. Bana bıraksalardı "Kalpten Dudağa"nın senaryosunu yazardım yani...

Cavidan'la halası Büyükada Kahve Dünyası'nda oturuyorlardı, Burak Hakkı 75 bölüm boyunca keman virtiözünü oynayıp keman nasıl tutulur öğrenemedi(son bölümde gördüğüm vibratoyu da kesin toygar ışıklı -dizinin müziklerini yapan kişi- yapıyordur), Lamia 75 bölümün en az 70'inde ağladı, son sahnedeki İstanbul ve martılar görüntüsündeki renk şahaneydi, bir dizi daha böyle bitti.

Veda-Toygar Işıklı

11 Ağustos 2009 Salı

The Ghosts of Girlfriends Past/Hayalet Sevgililerim


Taze taze oturup yazayım bari. Şimdi bitti desem yalan olur. Yarım saat önce bitti sanırım, yarım saat film müziği aparatımla uğraştım.

Neyse gelelim fasülyenin faydalarına. Naçizane tavsiyem, sakın sinemada izlemeye kalkmayın. Değecek bir film değil. Eğlenceli m derseniz; evet, oldukça. Ama çıtır çerez. İyi vakit geçirtiyor o kadar. Şahsen kız filmi diyebileceğim filmlerin çoğunda filmden sonraki üç saat yüzümde bir sırıtmayla dolaşırım.Henüz 40 dk oldu film biteli, sırıtma mırıtma yok valla. Türünün iyi örneklerinden biri değil yani.

Connor Mead,çapkın fotoğrafçı, nerde akşam orada sabah bir vatandaş. Elinden bir uçan bir de kaçan kurtuluyor. Kardeşinin düğününe gidip ortalığı allak bullak ediyor. Ha bu arada Dickens amca yazmasa Hollywood hangi konuyu ısıp ısıtıp sunarmış bilmiyoruz, Bir Noel Şarkısının devşirilmiş hali çıkıyor karşımıza. Connor'ın amcası Wayne'in ön rehberliğinde geçmişten, şimdiki zamandan ve gelecekten üç hayalet Connor kardeşimizi ziyaret ediyor. Geçmişte yaptığı hataları, şimdiki zamanda hangi konumda olduğunu ve gelecekte nasıl bir hayatı olacağını gösteriyorlar.

Michael Douglas, çapkın ve hayalet amca Wayne rolüne süper oturmuş:) O role başkası düşünülemezdi sanırım. Geriye taranmış saçları, 70lerle 80lerin arasında bir tarihten fırlama giyimi, elindeki viski kadehiyle sevimli bir Nuri Alço'ydu desem abartmış olur muyum:) Sonuçta ikisi de aynı amaçla yapıyor bunu, Wayne amca biraz daha aleni...Connor da bu amcayı örnek almış.Mattew McConaughey artık farklı bir rol oynasın kampanyası başlatmak istiyorum. Çapkın ama başından geçen olaylar dolayısıyla durulan aşık rolü üstünde kalıplaşacak. Gereğinden fazla abartılı oynuyor bence. Jennifer Garner'sa rolüne pek oturmamış. Ne bileyim daha farklı biri olabilirdi kanmca. Ama hayaletlere bayıldım:) Geçmiş kendi başına bir facia zaten, şimdiki zamansa tam bir cadaloz, gelecek zaten pek gözükmüyor. Ama favori sahnen ne dersen Wayne amcanın şemsiye açıp da yağan yağmura "Senin ağlayan bayanların gözyaşları bunlar" demesi derim herhalde. Çok şık bir sahneydi. Hem fotoğraf karesi gibiydi hem akıllıca ve ironikti. Hani oturup çok zekice olup beynimi yormasın, çok eğlencelisine de gerek yok, öyle seyredeyim işte filmi bu...Sonunu söyleyeyim mi:P Valla filme para vermediğime hiç pişman değilim. Gerçi beğenseydim kesin gider filmi izlerdim hiç sorun değil ya neyse...Kısacası Charles Dickens'ın ruhu bir Fatiha ister a dostlar, yoksa Hollywood napardı?

Film Müziği

Ay yaşasın, blogum güzelleşti! Neye niyet neye kısmet tadında sol cenahta film müziklerinin döndüğü müzik çalarım var artık benim. Tabii biraz elden geçirilmeye ihtiyacı var, ama onu da halledicem:)Sevindirik oldum ben...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Politiki Kouzina/Bir Tutam Baharat


Daha önce Kanal D'de dublaj izlediğim filmi bir de orjinalinden izleyeyim dedim. Yoktan yere, can sıkıntısına...Hikayesinden mi yoksa orjinalinden izleyişimden midir bilmem, bütün film boyunca ağlamaktan içim çıktı. Özellikle de Fanis'in çocuk olduğu dönemlerde...

Biraz ırkçılık gibi olacak ama Yunan filmi olduğu belli oluyor:) Alttan alttan bir giydirme durumu söz konusu. Ha biz ne kadar suçluyuz onlar ne kadar haklı bu tarihi konularda bilemeyeceğim, ben tarihçi değilim en nihayetinde. Yalnız iki kültür bu kadar çok benzeşmekten anlaşamıyorlar bence. İnsan kıskandığı zaman, paylaşmak zorunda kaldığı zaman niyeyse en çok kardeşine acımıyor. Daha doğrusu nereden acıtacağını bildiği için en çok onu acıtıyor. Hikayede biraz buna dayanıyor aslında. İki kardeşin kıskançlık krizinde birbirinin canını yakması..."O benim!" diye atladıkları şeyin aslında ortak kullanmayı öğrenmeleri gereken bir şey olduğunu kimse söylememiş bunlara. Anneleri zamanında terbiye öğretmemiş ikisine de:) Şakası bir yana Yunan ve Türk ahalisi birbirini reddetseler de kardeşler. Aynı evde büyümüş, aynı yemekleri yemiş, yeri gelmiş aynı şarkıları söylemiş, aynı odaları paylaşmış ve vakt-i zamanında İstanbul isimli bir kıza tutulmuş iki tane kardeş... Kim, birbirini nereden acıtabilirse oradan vuruyor işte. Filmin hikayesi de bir yerden buna yanaşıyor.

Fanis, 1961'de sınırdışı edilmiş İstanbullu Rum bir aileden gelme ünlü bir astronom. Görünürde hikaye onunla başlıyor, ama asıl hikaye 1959 yılında, İstanbul'da bir baharatçı dükkanında başlıyor. Fanis'in dedesi baharatçı. Hayatı baharatlarla tarif eden, astronomiyi gastronomi kelimesinin içinde bulan, diplomatın sarımsak koklayışından siyasi gidişatı anlayan bilge bir adam...(O değil de geçenlerde filmin yönetmeni Büyükada'ya geldi bir vesileyle, ben röportaj olarak patronuma önerdim ve kendisi her zamanki gibi beni sallamadı. Halbuki eski İstanbul'dan konuşmak süper olabilirdi.Bak sinirlendim şimdi.)Film boyunca ben de böyle bir dede istiyorum diyebileceğiniz biri kısaca. Hayatı gösterişiyle torununun hayatına da yön veriyor. 1961 yılında Türkiye-Yunanistan gerginliği halka çok fena yansıyor ve Yunanistan vatandaşı olanların oturma tezkireleri yenilenmiyor ve sınırdışı ediliyorlar. Yunan vatandaşı olanların arasında Fanis'in babası da var. Böylece Fanis, dedesini, çocukluk aşkı Saime'yi, baharatçı dükkanını ve İstanbul'u geride bırakıp Yunanistan'a gitmek zorunda kalıyor. Yunanistan'a uyum süreci, çocukluk aşkı ve dedesine özlemini giderebileceği mutfak aşkı ve büyüme sancıları arasında yıllar geçiyor. Bu arada vaat etmesine rağmen dede Yunanistan'a hiç gelmiyor. Onlarca kez milleti geliyorum diye tutuşturmasına rağmen İstanbul'u bırakamıyor. Sonraki yıllarda dede hastalanıyor, Fanis İstanbul'a gitmek durumunda kalıyor, eski aşkı Saime'yi buluyor(tabii o da bu arada askeri doktor Tamer Karadağlı ile evlenmiş:)), Fanis İstanbul'da kalmaya karar veriyor(Çok acıklı bir konu özeti geçtim değil mi?)

Filmin en büyük hatası Türkçelere hiç özenilmemiş(Algıda seçicilik sanırım bu:)). Tamam Yunan filmi en nihayetinde ama insan biraz özenselermiş diyor. Ama bazı yerlerde, bazı işlerin ancak Türkçe olarak keyifle yapılabileceğini anladım, küfretmek gibi:) Fanis'in babasının bir yerde "siktiğimin düdüklüsü" diyişi var, koparttı beni. Yabancı bir dilde bu kadar keyifle yapılabilecepini düşünmüyorum bu işin. En azından İngilizce biliyorum az buz, orada bu kadar keyifli değil:)

Bir de gereksiz üç boyutlu animasyonlar içinde kıvranıyor film. Keşke adam gibi İstanbul'a yerleşip çekim yapsalarmış iyi olurmuş. İstanbul'u dünyanın en güzel şehri ilan edip doğru düzgün İstanbul göstermiyorlar.

Çok güldüren yerleri oldu, çok ağlatan yerleri oldu filmin. Ama filmin neden ağlattığını daha iyi anlıyorum. Filmin müziklerinin tek başına da ağlatabilirliği olduğunu şu yazıyı yazarken keşfettim. Müzikleri Evantihia Reboutsika yapmış, daha tanıdık gelmesi açısından Babam ve Oğlum'un ve Ulak'ın da müziklerini yapan kişi olur kendileri. Yabancı değil yani komşi:)

Ay ne bileyim kurcalasam söyleyecek şey bulurum ama çok uzun yazıyorum be anacım. Tutamıyorum kendimi. Dur bakalım kıyıya köşeye bir adet müzikçalar eklemeyi başarabilirsem bunun müziklerini de ekleyeceğim.

Benim de böyle dedem olsun diyenlere buradan selam eder, gözlerinden öper ve üşenmeden oturur filmden replik yazarım:

-Ben anlatacağım. Sen tadına bakacak ve söyleyeceksin. (Karabiber koyar) Biber; sıcaktır ve yakar.
-(Çocuk tadına bakar)Güneş
-Güneş neyi görür?
-Her şeyi...
-İşte bu yüzden biber bütün yemeklere yakışır.
-Sırada Merkür var. (Kırmızı biber koyar)Orası çok sıcaktır. Sonra da Venüs...
-(Çocuk konulan baharatın tadına bakar)Tarçın
-Venüs tüm kadınların en güzeliydi. Bu yüzden tarçın hem acıdır hem tatlı. Bütün kadınlar gibi...
-Şimdi sırada Dünya var. Dünyanın üzerinde ne var?
-Dünyanın üzerinde yaşam var.
-Bu dünyadaki iyi ya da kötü herkes bir şekilde yaşıyor. Peki yaşamımız için ne gerekli?
-Yiyecek
-Yemeği daha lezzetli ne yapar?
-Tuz
-Yaşamımızın da yemek gibi tuza ihtiyacı vardır. Hem yemeğe hem yaşama lezzetini tuz verir.

2 Ağustos 2009 Pazar

The Twilight Saga:New Moon'un Dikizci Gammazları


Ziyadesiyle büyük bir kız grubu(içlerinde ben de varım elbette) göz bayramı için hazırlanıyor. Malum 20 kasım Alacakaranlık serisi için büyük günlerden biri. imdb.com'un yalancısıyım, dünyayla aynı anda Türkiye'de de gösterime girecek. Ama beni asıl ilgilendiren o değil. Sneak peek kavramını nasıl çevirsem bilemedim, ortaya karışık şekilde dikizci gammaz diye çevirdim ki o da filmden çıtırdatılmalık sahneler oluyor. Söz konusu dikizci gammazların kalitesi kötü, sinemadan çekmişler. Asıl komik tarafı ise kızların çığlıkları:) Filmden çok tişörtü çıkan Jacob(Taylor Lautner) ve yarı çıplak Edward'ı(Robert Pattinson) dikizlemeleri bir yana bir de çığlık çığlığa bağrıyorlar:D Kısacası yapım şirketi bize "Ey bacılar gözünüze bayram yaptırmaya geliyoruz" diyorlar. Söz konusu dikizcileri bir ve iki olarak izleyebilirsiniz. Hatta femme fatale olmaya çalışıp bir bok beceremeyen Kristen Stewart'ı da(bak Bella demiyorum çünkü vurgu yapmaya çalıştığım kızın boktan oyunculuğu) fragmandan dikizleyebilirsiniz.