26 Eylül 2009 Cumartesi

House M.D. 6.Sezon

Nasıl anlatsam nerden başlasam... Valla biraz geç başladım yeni sezona(zira pazartesi başladı aslen) ama geç olsun güç olmasın tadında bir buçuk saat dvd-tv ikilisinden ayrılmadan bitirdim ilk iki bölümü. İlk iki bölüm halinde yayınlandı, mübarek sinema tadındaydı çünkü. Bölüm nasıldı derseniz şapşallamış durumdayım. Akıl hastahanesi, House filan iyiydi de kesin bir hinlik var bu bölümün içinde diye düşünmeden edemedim. Mesela House'ın son sahnede bindiği otobüste "Prepare for success" yazıyordu. Son sahnelerde renkler pasparlaktı yine... Var bunda bir hinlik ama dur bir dahaki bölümde anlaşılacak. Ya da sezon sonuna kadar anlaşılmayacak. Kanımca sezon sonunda House'ı bir yatağa bağlı ve bir beş senedir konuşmuyor olarak göreceğiz.

Kısaca film tadında sezonu açtı Gregory House'çuğum. Sancılı geceler filan derken vicodinden kurtuluyor. Ama bundan sonra akıl hastanesinden kurtulamıyor, zira dizimizin dinsizi Greg, imansızı da akıl hastanesinin başhekimi. Greg Greg dememin sebebi 1,5 saat boyunca çoğunlukla House'ı değil Greg'i görüyoruz. İnsan olan, acı çeken, özür dileyen, hiç olmadık yerde ağlayabilen, vicodine sarılmak yerine gidip dert anlatan... Ama bir yandan da şüphe baki. Çünkü bu kadar kolay teslim olabileceği aklıma gelmemişti. Sistemle o kadar kısa süre cebelleşiyor ki şüphe etmemek mümkün değil. Beş sezon boyunca sistemin kendisiyle birebir boğuşmuş bir insanın 1,5 saatlik bir bölümde teslim olması yeterli değil.
Hem niye kimse bu adamın ziyaretine gelmedi? Ne Cuddy, ne Wilson hatta annesi bile gelmedi... İyi de neden? Wilson'ı epi topu bir sahnede gördük. Dahası onların hayatına dair de bir şey göstermedi. Başka bölümlerde bir şekilde diğer karakterlerin hikayeleri ayrıca dönerdi. Akıl hastanesinin içinde bile içinde Greg'in olmadığı bir hikaye dönmedi.Sadece bölümün sonunda -ki o da bir yerde Greg'le bağlantılıydı- Alvie(House'ın çene ishaline yakalanmış koğuş arkadadaşı), Greg giderken arkasından bakıp bakıp sonra doktora gidip "iyileşmek istiyorum ben" diyordu. Sonrasında House'ı gösterdiklerinde de üstünde Alvie'nin tişörtü vardı.

Senarsitler sağolsun, hele bir önceki sezondan sonrai bütün seyirciyi psikopata bağlattılar. Herkes şu an hazır, House'ın aslında akıl hastanesinde bağlı bir deli olmasını bekliyor. Deli çıktığı an temin ederim sizinin hiçbir fanatiği şaşırmayacak. Çünkü o senaristlerden genele baktığında basit bölüm çıkmaz. En fazla fantastik bir bölüme gebe basit gibi görünen bir bölüm çıkar. Keza geçen sezonun sondan bir önceki bölümü. O bölüm çok sıradandı, dahası sezon finalinin de 4/5'i sıradan gitti, son 10 dkda sıçıp bıraktı. Yani kısacası kendisini House bildik, House severiz. Greg havası bizi bozar mı evet bozar. Gerçi o kadar arıza bir adamı efendi yapmak herhalde her kadının özünde var.Kadın cinsinin sorunlu adama takıntısı var ya cinsimdir bilirim diye söylemiyorum düzeltebilceklerine inandıkları için arıza adamlara aşık olduklarına inanırım. O yüzden Gregory House'ı bir anlık evinin erkeki ve kırılgan insan modeli görünce hoşuma gitmedi değil. Ancak kafasını pastalara daldıran, sahneye çıkıp rap yapan bir House nacak bir anlık hoşuma gidebiliri. Burdan kendisine sesleniyorum: House n'olur geri dön!

Ha bu arada sanılmasın ki Hugh Laurie'ye lafım var. Kendisinin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu tekrar ve tekrar söylemekten gocunmuyorum. Ortalığı yakıp yıkan, dizinin sonunda kocaman bir sırıtmayı yerleştiren o:) Kendisi aldığı ve almadığı bütün Emmylerin, Altın Kürelerin ve bilimum ödüllerin sahibidir bence. Yalvarsam sesimi duyar mısınız ey senaristler? Şu adamı bir yağmur altına sokup ıslak ve ingiliz fenomeni haline getirin nolur! Her neyse Yaradana kurban diyor ve Hugh Laurie meselesini kapatıyorum.

Eğlenceli bir House yazısı değil maalesef. Fakat ben bölümü hala düşünüyorum. İkinciye izledikten sonra bi daha oturup bir daha yazıcam.

Hanimiş: Bu arada gerizekalı bir grup jüri Emmyde House'a ödül vermediler. Esefle kınıyorum!

22 Eylül 2009 Salı

...her günüm azap olsa yine seni seveceğim...

Bunda da ne güzel tango yapılır diye düşünmeye başaldım manyak mıyım neyim:)

Arım Balım Peteğim-Nesrin Sipahi

Love in the Afternoon/Öğleden Sonra Aşk yahut Arım Balım Peteğim

Eski ve yabancı duruyor değil mi? Aslında çok tanıdık; en azından Türk filmi-severler için...Hatta o kadar tanıdık ki teplikleri bile aynı:) Hayır, insan en azından bu kadar zahmet edip yeni bir şeyler yazar yani; direk Türkçeye çevirmişler. 13 yıl arayla "Love in the Afternoon" ve "Arım Balım Peteğim" pek farklı filmler değiller. Sadece biz Türkler durumu dramatize etmeyi seviyoruz. Ya da daha doğrusunu söylemek gerekirse Amerikalılar doğum kontrol yöntemlerini etkin bir biçimde kullanıyorlar, bizse bu konudan bi'haberiz:P

Aslına bakarsanız tipik Türkan Şoray filmleri gibi bu da çok tipik bir Audrey Hepburn filmi. Gerçekte çok güzel olan Türkan Şoray'ı gerek saç kesimi gerek kıyafetleri yönünden çirkinleştirdiklerinden film, Audrey Hepburn'ün zarafetiyle film daha ilk dakikadan 1-0 öne çıktı.
Önden dedektif amcamızın yaptığı girizgahla da bir adım daha öne çıktı, zira Paris'in aşk şehri olmasıyla inceden bir dalga geçiş var. Etti mi sana 2-0. Fakat filmin hikayesi Paris'te bizimkinin hikayesi İstanbul'da geçiyor ve hiç Paris görmemiş olmakla beraber bir İstanbullu olarak kendi şehrimi kayırıyorum; sonuç 2-1[maça döndü iş ama sonunda ne olacak ben de bilmiyorum:)]. Her neyse hikaye aynı; dedektif babanın aşk meraklısı kızı ve alemin çapkın kişisine aşkı... Türkan Şoray'ı çok severim ama Audrey Hepburn bambaşka bir kadın. Havasıyla, zarafetiyle filmin büyük bir kısmını dolduruyor. Hani o kadar ki Türkan Şoray'ın bütün film boyunca şarkı söyleyerek yapmaya çalıştığı şeyi Audrey Hepburn sadece süzülerek yapıyor. Gary Cooper'a gelince... Cüneyt Arkın senelerce o rolde çok iyi durdu bence. Hala da öyle... Şık yani, üstünde çapkın adam çok güzel duruyor. Ama Gary Cooper, o kadar sene westernde oynamakla beraber, adam müthiş bir salon adamı. Başlangıçta oturmamış mı acaba dedim ama son sahnedeki o yüz ifadesini dönüp durup izliyorum. Adam resmen acı çekti o sahnede. Bir de yanında kadın olduğu halde kadın iki saniye görüş alanından çıktığı an diğer kadınları süzüşü süperdi. Lakin Gary Cooper mı Cüneyt Arkın mı diye sormayın; bilemiyorum. Cüneyt Arkın'ı hala o role yakıştırım, ama Gary Cooper daha iyi oynuyor. Hoş, herkes Cüneyt Arkın'dan daha iyi oynuyor ya:) Üstelik Gary Cooper'ı bu rolüyle Humprey Bogart'ın 1. olduğu listede(50'li-60'lı yılların aşırı karizmatik adamları listesi) 2. sıraya koyuyorum.

Bazı yönlerden bizimkilerin bazı yönlerden de orjinalinin gerçekçi olduğu yerler var. Konu dediğim gibi neredeyse aynı...Neredeyse diyorum, çünkü bizimkinde bir fazlalık var. Hadi doğum kontrol hapının 60'larda icat olunduğunu ve 70'lerde henüz Türkiye sınırları içinde bulunmadığını düşünelim. Prezarvatifin tarihine baktım az önve, varlığı milattan öncelere uzanıyor. Harun Bey, o kadar zengin, Londra senin Paris benim sürtüp duruyor; bu kadar çapkınkene geride çocuk bırakmadan yaşaması mümkün değil. Fakat Zeynep yumurtalama döneminde Harun Bey'le işi pişirerek kendini açık hedef haline getiriyor ve Harun'un tek vukaatı oluyor. Bu da filmin gidişatını direk etkiliyor. Bu orjinalde olmadığı için iki kişinin aşk hikayesine karışan baba figürü de o kadar belirgin değil. Orjinalinde kız adamın ne kadar çapkın olduğunun ve göze aldığı tehlikenin farkında. Bizim kızsa saftirik anacım. Sanki adamı aşığının kocasının tabancasından kurtarmamış gibi Harun'un son kadını olacağına inanıyor. Daha doğrusu direk söylemiyor biz öyle anlıyoruz. Zaten profesyonel çapkın Harun'da masumiyetten etkilenip geri dönmeye kalkıyor. Ha bir diğer önemli nokta da bizim kız, sevdiğiceğiyle birlikte oldu ve kirlendi(!) diye günah çıkarmak zorunda kalıyor. Nitekim Zeynep intihara teşebbüs ederek kader kurbanı olduğunu gözümüze sokuyor. Babasının namus nutkundan sonra kaçınılmaz olan bu... Arianne ise kadının cinsel devriminin henüz olmadığı yıllarda bile daha fazla ayaklarının üstünde duruyor, zira adamın ne bok olduğunu biliyor. Neyse anlatmak istediğim burası değildi aslında. Anlattım, çünkü iki kadının duruşları filmlerin gidişini belirliyor. Bizim versiyonda farklı olarak bir adet erkek çocuğu var; üstelik Harun kendi oğlu olduğunu bilmeden sulu domates püresi(kan) vererek çocuğunu kurtarıyor:) En nihayetinde mutlu son her iki filmde de... Audrey Hepburn'ün ağlayarak trenin ardından koşarken "I will be o'right" demesi ve sonrasınsa Gary Cooper'ın mükemmel bir surat ifadesini takiben onu kucaklayıp trene alması için bile film izlenebilir[filmin sonunu söyledim:)] Fakat anlamadığım mesele Ariane'in yani Audrey Hepburn'ün film boyunca-adamın onu kucaklayıp trene aldığı sahnede bile "Mr.Flannagan" demesi tuhafıma gitti. Ulan sevgilin be!Geçici olsa da bir şeyler yaşıyorsun! Ay her şeyi bırak adam hareket eden trende kucaklayıp seni trene almış hala mister diyosun! Bak, bizimki taklit ama en azından Harun diyor Zeynep, yani Türkan Şoray. İnsan Frank filan der, dimi? Yok anam, Frank Flannagan, Ariane'in ismini bilmediğinden sanırım hep Mr. Flannagan olarak kalıyor. Ha bu arada bizim versiyondaki "Öyleyse sizi hep arım, balım, peteğim diye hatırlayacağım." geyiği yok mesela, bizim senarist yaratıcılığını konuşturmuş:) Ha hoşuma gidiyor o ayrı:) Ariane Chavasse film boyunca "thin girl, the girl in the afternoon, adolph" gibi isimlerle anılıyor. Bir de beni film boyunca neredeyse hiç Fransızca konuşulmaması çok rahatsız etti ki Fransızlar dil konusunda oldukça muhafazakardır. Kız Fransız, dedektif baba Fransız, kızı seven çocuk da Fransız ama otel çalışanlarının ara sıra hoşluk olsun diye konuşmaları dışında Fransızca konuşma yok. Bu dikkatsizliğe rağmen filmde çok başka bir şeye dikkat edilmiş ki hakikaten bunu unutturdu. Normal hayatımda keman öğrenmeye çalışıyorum diye değil, ensturmanların dizi veya filmlerde rastgele çalınmasına sinir oluyorum. Yaylılarda daha çok dikkat çekiyor, ama genellikle diğer ensturmanlara da dikkat ederim. Her iki filmde de çapkın aşığı hamamda(amerika versiyonunda da türk hamamı var:))bile takip eden müzisyenler orjinalinde gerçekten çalıyorlar. Keman yayına 80 saniyede devri alem yaptırmıyorlar. Bu arada Ariane çelist bir kızımız. Audrey Hepburn'ün bugüne kadar çello çaldığını duymamıştım ama Ariane karakterini oynarken vibratoları doğru yerde yapıyor. Buna dikkat eden yönetmene kurban! Dil hatasını affettim gitti:P

Bizim verisyonun "Arım Balım Peteğim" şarkısı gibi orjinalde de orkestra paso "Fascination" çalıyor. Güzel şarkı, ama bizimkinin yerini tutamaz hıh! Belki de film boyunca Fascination'ın sözleri hç geçmediği içindir, halbuki duruma alakalı hoş sözleri var. Bir de ne bileyim bizim film daha sıcak, kopuk bir senaryoyla olsa bile... Orjinali resmen soğuk. Film bir Sabrina, bir Tiffany's de Kahvaltı gibi içine almıyor.

Hesaplamadım ama skor sanırım berabere, uzatmalara gidersem bu yazının uzunluğu dünyayı iki kere dolanır:)

19 Eylül 2009 Cumartesi

Film müziği

Eheheh şimdilik zafer benim sanırım:) Bakalım diğerlerine eklemeyi becerebilecek miyim)

French Kiss/Fransız Öpücüğü


La Vie En Rose-Louis Armstrong

13 Eylül 2009 Pazar

Kavak Yelleri

Dizinin önümüzdeki sezon gidişatı daha sezonun ilk bölümünden belli oldu sanki. Ahanda buraya yazıyorum(bu laf hiç bu kadar gerçekçi olmamıştı) o Efe geri döner. Damdan düşer gibi mi oldu ne?

Neyse baştan alayım efenim. Kavak Yelleri sezonun ilk bölümüyle açtı mevsimi bu akşam malumunuz. İlk bölüm bir bakayım, ne olmuş ne bitmiş, kim kimi ne etmiş anafikirleriyle izledim. Bir kere ilk bölümden bir kanırttılar. Aradan üç sene geçmiş(ben ilk başladığında beş diye sallamıştım), herkes kendi yoluna dağılmış, kızlar yaşlı gözükmek için saçları kestirmiş(gerçi Aslı Enver'e de Ceren Moray'a da yakışmış), bu arada Aslı kendini anlamsız ilişkilere vurmuş falan filan. Ama beni kafadan kopartan dizinin ilk sahnesi oldu. Bir sahil(sağdan soldan dizinin gençleri hatta efe fırlayacak diye bakıyorum), millet güneşleniyor (ben hala efe bekliyorum), çocuklar kumdan kaleler yapıyor(efenin diziden ayrıldığını hatırlıyor ve denizi beklemeye başlıyorum), insanlar deniz-kum-güneş üçlüsünün tadını çıkarıyor(hala deniz gelecek diye beklemekle beraber atakan gelse diye umuyorum). Ama o da ne? Kamera birden bire suya doğru dönüyor ve içinden Bond, James Bondmuşçasına çıplak ve ıslak Sarp Apak çıkıyor. Sanırım bu tip sahneler için kas çalışılmış. Ay o sahneyi bulup koyucam buraya bir ara:) Bunu çekenler Sarp Apak'ı ne zannetti acaba:D Islak ve İngiliz fenomeninden sonra(araştırma aşamasında olan bir tezim var bu konu hakkında), çıplak ve Türk fenomenine doğru yol alıyoruz(Kıvanç Tatlıtuğ'da bol bol görebilirsiniz bu olayı. Kıvanç'ı o kadar çok gösterdiler ki Sarp filan kesmiyor artık bizi:P). Neyse sonuç itibarıyla bölüm Aslı'nın zıpkınla Sarp Apak'ı(henüz karakterinin gerçek ismine vakıf olamadık, dolandırıcı da kendisi) vurmasıyla bitti. Buradan anlıyoruz ki kendisi Aslı'nın müstakbel mercimeği. Amaaaaa.... Geçmişe şöyle bir döndüklerinde gördük ki geçen sezon sonundaki kazada Efe'nin öldüğüne dair kesin bir bilgi yok. Efe'nin vücudu bulunamıyor. Bunlar da öldü kabul ediyorlar. işin tuhaf tarafı Dağhan Külegeç ufak ufak şaibeli konuşmaya başladı. Bana kalırsa geçici bir sepetlenme söz konusu. Bu adam geri döner mi döner. Üstelik tam da Aslı'yla müstakbel mercimeğinin fırınlanma zamanında ve üç senelik bir hafıza kaybından sonra. Ha sonra ne olur? Kavak Yelleri gibi gudik bir dizi de her şey olabilir. Bu ne perhiz bu be lahana turşusu? Ben dizi izlemeden durabilen bir bünye değilim. İyi olur kötü olur diziyi seyrettiren bir şey mutlaka bulunur. Hem de benim gibi kronik bağımlılara... Mesela Atakan'la Halil'in yemek aşkı geçen sezon diziyi izlettiren şeydi:) Sarp Apak, bir şekilde gidiyordu Avrupa Yakası'na ama buraya oturtamadım henüz. Üstelik Dağhan Külegeç gibi -nasıl anlatsam- rolü sanki onun özelliklerine has biçilmiş birinden sonra ve onun yerine. Çünkü zamanında en güzel ve orjinal diyaloglar Efe için yazıldı. Bunun üstüne Sarp Apak ne yapabilir bilmiyorum. Ama bu dizi yine de izlenir.