30 Ekim 2009 Cuma

The Ugly Truth/ Kadın Aklı Erkek Aklı


Ehehe geldik son zamanlarda izlediğim romantik komediler içinde en keyifli olanına:) Bu nasıl anlatsam "He's Not Just That Into You/Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar" ekolünden giden bir film. Faideli yani:)

Abby ki Katherine Heigl olur kendileri, idealist televizyon programı yapımcısı(televizyonda ve amerikada ne kadar idealizm oluyorsa o kadar işte), gündüz haber programı yapan bir yapımcı... Reytingler düşmeye başladığında coşturucu bir unsur olarak erkeklerin ne ister konulu program yapan Mike'ın ki Gerard Butler'ın programı haber programına iliştiriliyor(anlatmazsam çatlarım notu: bir iki sene önce gerard butlerın ne kadar simetrik bir insan olduğunu görmek için zorla 300 spartalıya götürüldük.şimdi isim vermeyeyim kimin sürüklediğini, tanıyanlar tahmin edeceklerdir kim olduğunu:) o yüzden gerard butler'ı ne zaman görsem 300 spartalıyı seyrederken -filmin bitmesini bekleyememiş idik- yaptığımız "gerardımın adeleli kolları..." konulu feriştah yenge muhabbetimiz gelir aklıma:) bu da böyle bir anı işte... utanmadım da yanlız anlatmaya). Bu arada Abby'nin yeni karşı komşusu yakışıklı ama yakışıklı olduğunun farkında olmayan, doktor, zengin, kibar, görgülü hayallerimizin erkeee yani... Fakat Abby sakil bir şekilde hareket edip Mike'ı doktoru tavlayabileceğine ikna etmek isterken kaçırma noktasına geliyor ve Mike'tan yardım almak zorunda kalıyor. Bundan sonrası epey eğlenceli:) Mike'ın erkeklerin tuvalet eğitiminden sonra eğitilemeyeceğini tezi üzerine eğitim başlıyor. Dik göğüsler, güzel elbiseler, uzun saçlar yani erkeği etkileyebilecek her şey... Doktoru tavlıyor Abby tavlamasına ama bu arada her ne yaptıysa Mike'ı da baştan çıkarıyor. Pek tabii romantik komedi bu, kendi olduğu için Abby onun yanında Mike'ın etkilenmemesi gibi bir hadise yok. Tabii bu arada Mike çapkın ve ben işi bilirim erkeği görüntüsünün altında alttan altta haksız çıkmak istiyor, bunu resmen görüyoruz. Hatta Abby doktoru tavlamaya çalıştıkça takındığı öyle bir surat ifadesi var ki "Gerard'ım oy kuzular kuzusu gel annem sana kız mı yok" diye teselli edesiniz geliyor:) Fakat zaman zaman erkekleri nitelendirirken o kadar kaba tanımlamalar kullanıyor ki itici görünüyor, zaten bu yüzden programının adı "The Ugly Truth" En nihayetinde bir süre sonra iş rayından çıkıyor. Aslını isterseniz doktor iyi hoş da biraz bön. Bana kalırsa Abby zaten eninde sonunda adamın bön olduğunu farkedecekti. Yani göz var nizam var Gerard mı öbür bön mü?

Bu arada filmin başında küçük bir yerde ama ilginç bir diyolog vardı. Abby telefonda istediği erkek tipini tarif ederken Mike "Avrupa'da aramıyorsun dimi?" diyordu. Ay nedir yani bu Avrupa mükemmeleştirilmesi durumu anlamıyorum. Amerka'da içten içe bize benziyor biraz galiba: "Avrupağğğ Avrupağğğ duy sesimiziiaaa"bağırsınlar da tam olsun:)

Her neyse olay şu ki bildiğiniz romantik komedi aslında... Ama zekice kurgulanmış bir senaryosu ve yardıran sahneleri var(semaya not:gulüm o kaçırdığımız sahne var ya koptum! bir ara sana izleteceğim:)). Ama klasik bir romantik komedinin verdiği sondan farkısını vermiyor sonuçta:) Süper zaman geçirtiyor o ayrı, ama beyinlerin algısını değiştirmek konusunda bir numara gerçeği kabul etmek gerekirse. "Arıza erkekler bile sevip aşık olabiliyoooo bak yola gelebiliyorlar işte. Gidip olup olabilecek en arıza erkeeee aşık olmalıyıaaaam." mesajı yerleştiriyor maalesef. Eh bunu bulamayan kadın daha çok romatik komedi istiyor sentetik olanı almak için en azından, beyne bu sefer daha çok mesaj depolanıyor... Kısır döngü yani. Yoksa çok mu haksızlık ediyorum:) Romantik komedi güvenli ve acısız ilişkinin en direk veriliş hali bence. Ha yine de izlemiyor muyum? Hastası olurum:) Ben ne bok tükettiğini bilen bir bağımlıyım. Evet, arada bir belli bir doz alma ihtiyacı hissediyorum. Hatta bu aralar pek büyük bir doz aldım neden ihtiyacım olduysa bu kadar artık:D Aşksız kaldım bebeğim, sen aşksızlık nedir bilir misin:P Aşk dediğin de ne ki zaten :D Ay noluyor bana yaa valla durumum vahim!

Gerard Butler ve Katherine Heigl'de hoş bir ikililer. Güzel de dans ediyorlar. Bu arada buradan gittiğimiz sinemanın teknisyenine sevgilerimle... Yer gösteren kızın söylediğine göre böyle normalde son ses açmazmış, biz oturduk dinliyoruz diye bu kadar açmış:) Hakikaten oturup dinledik, müzikler de güzeldi. Romanik komedi-severseniz kesinlikle kaçırmayın derim. Durup oturup izleyebilirsiniz. Zaten Katherine Heigl yeni Meg Ryan olma yolunda adım adım ilerliyor. Genellikle iyi romatik komedilerde oynamaya başladı. Valla bu filmi epey bir süre bekledim gösterime girsin diye, sırf bu kadının filmlerinin iyi olduğunu bildiğimden:)

Diğer karakterler de fena değil. Özellikle program sunucusu karı kocayı oynayanlar hakikaten karı koca gibi duruyor yer yer... Bir de Abby'nin akıllara zarar, Abby üzerinden aşk hayatını yaşayan asistanı var, onun Abby'nin üzerinden aşk hayatını yaşaması olayı kanımca filmin en gerçekçi yeriydi. Sonuçta başkalarının aşk hayatını çok fazla merak ederek bir yerde onların üzerinden yaşıyoruz sanırım. Aman manyaklaştım mı ne!? Filmi sevdim sayın okuyucular, valla bak, bu aralar ruh halim biraz tuhaf ondan böyle oluyor. Hatta diyebilirim ki ne kadar sevdiğimi yazının manas destanının uzunluğuyla yarışmasından anlayabilirsiniz:)Bu arada çeviriyi biraz daha cesur yapabilirlermiş kanımca. Çevirin gitsin Türkçe argoya, toplum ahlakını siz mi koruyacaksınız ey çevirmenler? Hem argoda dilin parçasıdır bi'kere!

Çok provakatif bir yazı oldu bir romantik komedi için:) Romantik komedileri seviyorum her şeye karşın. Güzel vakit geçirtiyorlar, kötü son yok ve en mühim tarafı filmi sırıtarak bitiriyorsun ki bir süre sürüyor o şapşal halin. Bense o şapşal halimi kimse görmediği sürece(birileri görünce durup beni izliyorlar genelde) çok seviyorum.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Love and Other Disasters/Aşk ve Diğer Felaketler

Aşk filmi arası aşk filmi seyretmişim bu aralar ne hoş:) Zaten film seyretmekle yetiniyorum; hayatımda aşk yok, aşık olabileceğim bir erkek yok, dahası aşık olabilecek halim de yok. O yüzden yapayı iyidir böyle, kapitalist düzen ha bire damardan aşk pompaladığı için bağımlılık yapıyor; sentetik olarak da olsa almak lazım(çok solcu gördüm kendimi).

Film hoşçana bir film. Romantik komedileri ti'ye alıyor ama aynı zamanda kendisi de bir romantik komedi. Filme bağlı, arkada yazılıp duran bir senaryo var. Film bununla açılıyor zaten. Audrey Hepburn kılıklı, romantik hikayelerden hoşlanan, ama romantik bir hikayenin varlığını kendi hayatında tahayyül edemeyen Jacks isimli Amerikan-İngiliz karışık aksanlı kız hikayenin odak noktasında... Konuyu kabaca Arjantinli yahuşuhlu(yahşiyle yakışıklının kırması yani) fotoğrafçıyı gay zannedip ev arkadaşı gay Peter'a ayarlamaya çalışıyor ama bu arada Paolo(fotoğrafçı) Jacks'e aşık oluyor. Konu basit bir romantik komedi olarak görülebilir, öyle zaten:) Ama arada olan küçük nüansları hoş, filmi izlettiren de onlar zaten.

Film boyunca gönderme yapılan senaryoyu Peter yazıyor kendi hayatlarından etkilenerek. Ama sonunda para düşkünü yapımcı kendi istediği hale sokuyor söz konusu senaryoyu:) Film boyunca Yer yer yaratıcı diyaloglara sahip bir film kendisi, çoğunu da Jacks'in depresif arkadaşı Talullah sarfediyor. Örneğin;

-Talulah, neyin var?
-Freedom'ın bir ilişkisi var.
-İlişki mi? Daha 2 haftadır çıkıyorsunuz. Kiminle ilişkisi var?
-Benimle. Evli olduğunu öğrendim.

Tabii böyle anlatınca eminim komik olmamıştır ama bulunduğu noktada çok güldürebililiyor:) Yani sizin anlayacağınız romantik-komedi:D Peter her kadına bir gey yakın arkadaş kampanyası başlattıracak kadar içten oynuyor. Sevdim kendisini. Bu arada filmdeki arkadaş grubunu takdir ettim arkadaşlık anlayışlarından dolayı, çünkü filmde kadın erkek homo hetero demeden herkes birbirinin aşk hayatına katkıda bulunmaya çalışıyor. Hele Peter'a ayarlamak istedikleri bir adam var, maşallah devasa bir grup seferber oluyor ayarlamak için... Araya aracılar ordusu koyup sonunda tanıştırıyorlar, ama anlatmayım seyrederseniz:)

Ha bir de filmde akıllara zarar bir tango sahnesi var(algıda seçicilik ve seçtiricilik). Ezberlemek için bayağı bir uğraşmışlar hareketleri belli oluyor. Brittany Murphy'nin ne kadar esnek olabileceğini görmek için ideal, güzel tango izlemek için kötü bir sahne. Zira dans etmiyorlar, dediğim gibi çok fena ezberlemişler. Fotoğrafta da görebilirsiniz düşecekmiş gibi duruyorlar.

Keyifli zaman geçirmek için ideal(çok keyifsiz anlattım dimi, ilk izlediğimde yazmalıydım). Fİlmde bolca Audrey Hepburn, özellikle Breakfast at Tiffany's göndermesi var(zaten bir gün new yorka gidersem ilk işim sabahlayıp tiffany's'in önünde kahvaltı etmek olacak) Varsa harbiden boş zamanınız tavsiye edilir...

The First Kiss/İlk Öpücük


Gelelim fasülyenin faydalarına... İzlediğim en dandik filmler listesine rahatlıkla girebilecek bir film seyrettim La Dolce Vita'ya verdiğim aralardan birinde. Ama film hakikaten kötü bee... Boş zaman doldurmak için öylesine seyredilecek filmlerden bile değil. Niye seyrettin a salak diye soran var mı? Valla sonuna kadar atraksiyon bekledim ama gelmedi.

Adı üzerine mevzu bahis mesele ilk öpücük... Erkek arkadaşı olmasına rağmen bir türlü öpüşememiş gazeteci kızımız acaba öpüşmek nasıl bir şey kıvamında ortalıkta dolaşırken erkek arkadaşı bunu terkediyor. Zira kız ne buna yakınlık gösteriyor ne de düzgün buluşmalara geliyor. Bu arada çalıştığı dergiye piç görünümlü, yakışıklı sayılabilecek bir fotoğrafçı alınıyor. Görünüşte tam çapkın, ama içerisinde duygusal, hassas bir erkek gizli(ah bu romaik filmler başka erkek bilmiyorlar zati-az sonra aynı model bir film insanı daha anlatacağım:)). Bu arada kızla da pek benziyorlar. Neyse kızdan hoşlaşıyor ama kız buna yüz vermiyor; sonra kız buna yüz veriyor, çocuk çeşitli sebeplerden istemiyor. Kara döngü yani... Arada da çocukcağızın photoshop öğreneceğim diye kastırdığı yerleri görmek mümkün. Gerçi çocukta salak, gözlük takmaması için yırtıyor kendini niyeyse. Şekilci dünya, yalan memleket. Filmin sonunda noluyor? Öpüşüyorlar tabii ki... Tek tesellim filmi indirmek için çabalamayıp internetten seyretmiş olmam.

La Dolce Vita/Tatlı Hayat


Önce bundan başlamazsam rahat edemem a dostlar! Sağ olsun pek bir zamanımı katletti. Yine böyle bir gün, "bir pazarım var, ne etsem de berbat etmesem" kaşıntısı altında oturup film izleyeyim dedim. Tabii ziptirik film izlemeyeceğim, pazar gününü dolduruyoruz boru mu? Fellini hiç izlememiştim, hadi Fellini izleyeyim dedim. Her şey sanat için! Hay demez olaydım, bitmedi o film. Zaten bir kaç parça halinde seyrettim. İtalyan sinemasının ilk 3 saatlik filmiymiş zira. Şu kadarını söyleyeyim ben mi havamda değildim, o film mi bir günde bitmeyecek bir filmdi bilmiyorum; ama bir günde bitmedi. Filmde ne olduğunu, ne anlatmak istediğini ne zaman kavradın dersen, son 1 saatte "heeeee" sesi çıkmaya başladı benden. Tabii hakkında o kadar şey okuduktan sonra çıkmasa aptal gibi hissederdim kendimi.

Hani okumasam filmin neyi "sembolize" ettiğini hayatta anlamazmışım. Bir şey okumadan filmi izleseydim benden şu yorumu okuyacaktınız "Ulan filmde bi gazeteci var, bi de paparazzo diye bir yaka silktiren fotoğrafçı var-herhalde ismini paparazzilere gönderme olsun diye koymuşlar- habire sürtüp duruyorlar. Bu gazetecinin bunalım bir nişanlısı var, ya yemek düşünüyor ya evlilik. Adam da huylu bir şey, elden geçirmedik kadın bırakmıyor film boyunca. Filmin akışı çok bütün desen o da değil. Film boyunca birileri ya seks yapıyor ya striptiz. yani ben kavrayamadım niye bu adam 3 saat yapmış bu filmi?" Amaaaaa... Aması var işte, meğer film hiç böyle değilmiş.

Buyrun buradan yakın, hızlandırılmış la dolce vita kursu:

Bir kere sinema ilmi, tarih ilminden pek farksız değilmiş; kendi içinde değerlendirilmeliymiş. Zira la dolce vita bir 60'lar eleştirisi olarak karşımızda durmakta... Sağa giydiriyor, sola giydiriyor, yetmiyor ahlak öğretiyor. Orta sınıf bir taşra ailesinden gelen ama mensubu olmadığı halde kendini bir şekilde sosyetenin içinde bulan ve kimliğini kaybetmiş, çürümüş, yozlaşmış bir gazeteci(gerçi gazetecilerin çoğu yozlaşmış be anacım- sizi temin ederim içerden bilgi) olan Marcello baş karakterimiz ki zamanın İtalyasındaki sosyal çürümüşlüğü temsil ediyor. Adamda kimlik oturmamış zati, kaybetmesi de bu yüzden... Baba figürü özlemi içinde yaşıyor, çünkü babası o büyürken sürtmekle meşgulmüş; biraz da onun izinden gidiyor, işin psikanalatik bir tarafı var yani... Her neyse temelde bir medya ve toplum eleştirisi var. Televizyonların ilk zamanları, görünen hemen her şey kurgu... Marcello etrafında yozlaşmakta olan hayatla büyük bir uyum içinde yozlaşmakta, nişanlısı bu yozlaşmaya anlam verememekte... Zaten nişanlı, Marcellonun takıldığı kadınlara bakınca çok farklı; çok anne gibi... Marcello'ya zorla yımırta yi, kaaave iç, yok ravioli pişerem mi tadında takılıyor. Olmadı, ilgisizlikten filan çok sıkılırsa intihar teşebbüsünde bulumuyor. Marcello'da dışarıda nerede şuh kadın onu buluyor. Arada bir hatunu kıskançlık krizine sokuyor, sokmakta haklı zira o kadınlarla gidip yatıyor...

Marcello'nun yaşamından kesitler yedi gün, yedi gece ve Roma'nın yedi tepesinde çekiliyor. Filmde temelde yedi ölümcül günahın üstüne oturtulmuş zaten. Ama hangisini anladın diye sorarsanız şehveti anlamamak mümkün değil, başrolde olan Anita Ekberg değil Anita Ekberg'in memeleri. Memeleriyle Roma şehir turu yaptırıyor, gidiyor Trevi çeşmesinin içine atlıyor filan... Öfkeye örnek belki Marcello'nun nişanlısı Emma'ya gösterdiği tavır gösterilebilir, kadın onun yanında olduğu için kadın suçluymuş gibi davranıyor çoğunlukla... Kıskançlık da Emma'nın Marcello'ya gösterdiğinde gizli olabilir(Resmen zorluyorum burada bulmak için yalnız). Tembellik desen zaten filmin adı La Dolce Vita, tatlı hayat yani... Çalışmadan gününü gün ediyor Marcello. Açgözlülük ve kendini beğenmişlik, yine ve yine Marcello'ya ithaf edilebilir; daha çok kadın ve daha çok kadın isterken yanında olan kadını, hayatını vs. kendine yakıştıramıyor bir türlü... Ama oburluğu bulamadım. Şu son günah çözümlemesi bizzat bana ait olduğundan yanlış yapmış da olabilirim. Her neyse izleyin yorumuzu bekliyorum anacım, aydınlatın beni. Ben bu filmi çok anladığımı söylesem kıçımdan sallamış olurum.

En sonunu söylüyorum haberiniz olsun: Filmin sonunda Marcello bütün saflığını yitirir. Saf ve temiz bir kızcağızın-filmin bir yerinde tanışıyorlar-el sallaması ve Marcello'nun bu el sallamayı sallamamasıyla bitiyor film. Masumiyetin vedasıymış o... Ama o son bir saatte hakikaten Marcello'nun nasıl masumiyetini kaybettiğini, kimliksizliğinin farkedilmeyeceği yozlaşmış tatlı hayatı seçmesini; bağlılık, sadakat, güven, huzur gibi kavramlardan neden vazgeçtiğini adım adım anlıyorsunuz. Yanında nadir insani hallerini gördüğümüz kadın Emma'dan vazgeçiyor mesela. Film şahane filan değil bence, ama "heee" dediğim nokta burasıydı işte. Hani sembolize ettikleri bir yana, en azından Marcello'nun içinde bulunduğu durum filmin sonunda kavranabilir hale getiriliyor. Aslında bakıyorsunuz ki adamın adamlıktan çıkmasının, kendi bokunda boğulmasının sebepleri var. Ben acımadım ama filmin sonunda adama. Biraz da kendi dirayetsiziğinden o yola girdi çünkü.

Başrolde Roma var, ötesi yalan:) Marcello Mastroianni, Marcello rolünde iyi oynuyor. İnsansı hallerini ve dürtüsel yaşayan yaratıksal hallerini çok belirgin bir biçimde yansıtıyor. Anita Ekberg oynamıyor pek zaten dediğim gibi... Emma'yı oynayan Yvonne Furneaux, abartılı bence ya da Emma'yı Fellini bu kadar dramatik kılmayı tercih etmiş. Müzikler berbat bu arada, film boyunca çalan bir fon müziği var ve filmin sonunda nefret ettim kendisinden.

Ha bu arada ilginç bir anektod, yazmayı unuyordum az kalsın: Yazının başında söylediğim paparazzo isimli fotoğrafçı var ya; paparazzi kelimesi bu filmden geliyormuş. Bu filmden sonra paparazzo kılıklı, yaka silktiren fotoğrafçı arkadaşlara paparazzi denmeye başlamış.

kaşıntı

Olmaz böyle şey yoksa rüya mı? Tam blogumu düzenledim derken yıktın bütün dünyamı... Yani senin anlayacağın blogcum sorun şu ki ziptirik müzik eklentileri hiçbir ahval ve şeraitte çalışmıyorlar. Bu yüzden topunu kadırıp olmadı video haline getirip yükleyeceğim.

Epey bir zamandır izlediklerimi de yazamıyorum. Hepsini az sonra yazacağım, beynimde bir sürü şey birikti zira... Hastalığımın bir faidesi dokunsun bari, oturduğum yerde bir şeyler yapayım.